SANA GÜNÜNÜ GÖSTERECEĞİM, BABA

Babama gününü göstermek istiyordum.

      Şiş gözüme ve kanayan ağzıma pansuman yaparken aklımda olan sadece buydu. Öfkemi, iliklerimde duyarken, tek arzum onu incitmekti.

      Annem sessiz ve yenik, odama gelmiş, tek sözcük bile etmeden metal kâsedeki ılık suyu, batikon, yara bandı ve pamuğu masama bırakmıştı. “Bilgisayarıma dikkat, su sıçramasın” diyecekken, masanın üstünün boş olduğunu, bilgisayarıma el konulduğunu hatırlayarak, ona bakmakla yetinmiştim. O da bana bakmıştı. Ama sözsüz bakışlarını anladım mı? “Üzgünüm oğlum” mu diyordu, yoksa “senin yanındayım”, yoksa “senin bu dayağı hak ettiğini düşünüyorum?” Anlamadım. Anladığım bir şey varsa, o da öfke ve sessizlik içinde gidip geldiğimdi.

      Ağzımın sol yanı fena yaralanmıştı. Sağ gözüm de şişti. Az sonra hafiften renk değiştireceğini biliyordum. Önceki tecrübelerimden. Giderek mora dönüşecek sonra da sararıp azalarak kaybolacaktı.

      Kasıklarıma da tekme atmıştı anlaşılan. Giderek artan bir ağrım vardı. Vücudumdaki görünmeyen yaraları ağrıdıkça fark ederdim. Bazen de ağrı değil ama morarmış lekeler bulduğumda, anlardım.

      Bu suratla, okula gidemezdim. Ama devamsızlık yapacak günüm de kalmamıştı.

Rapor almaya kalkışsam, görünen ve görünmeyen yaralarımla, morluklarımla doktorun karşısına çıksam?

      “Aslında fena fikir değil” dedi, içimdeki ses. Doktora her şeyi anlatırsam, şiddetle ilgili yasalar belki devreye girerdi, kim bilir?

      Hayallere daldım bir an, elimde pamuk, yaramı temizlerken, polisin babamı sorguya çektiğini, oğluna şiddet uygulamaktan mahkemeye verildiğini düşündüm. Bu çok hoşuma gitti. Gülümsememle beraber, canım o kadar yandı ki, gerçeğe dönüverdim.

      Babam çevrede çok sevilen biridir. Polis çavuşudur. Herkese yardım eder ve sevecen davranır. Adana’da okuyan ablama ve kız kardeşime de şefkatini gösteren biridir. Bana değil. Çok uzun zamandır değil.

      Ben küçükken aramız iyiydi sanırım. Kucağında, gülerken çektirdiğimiz fotoğraflarımız var. Bir de videolar. Arada bir baktığımda, sanki ben değilmişim gibi gelir. Anlatılana göre en çok babama düşkünmüşüm. Dört yaşına kadar. Sonrası farklı.

      Sanırım, beni ava götürmek istediği ilk gün kopmuştuk biz. Kuş ya da tavşan avlamak umurumda değildi. Üstelik boyunları bükük ölü kuşlarla eve geldiğinde, çok korktuğumu hatırlarım. Babamın ısrarları ve benim ağlama krizlerim av konusunu kapatırken başka konuları açtı.

      Futbolu sevmeyen oğlan çocuğu olur muydu hiç?

      Ya da kızlara ilgi duymayan?

      Üstelik çapkın dedesinin adını taşıyan ailedeki tek erkek torun.

      Pansumanımdan arta kalan kirli pamukları, çöp sepetine attım. Batikonun ağzını sıkıca kapattım.

      Aynaya baktım. Dün tıraş olmuştum ama hiç olmamışım gibi görünüyordum. Yaralı ve tıraşsız bir surat bana bakıyordu.

      Babam gibi yaptım. Tükürdüm aynadaki suratıma. “Bok herif” dedim. “Beş para etmezsin sen.”

      Sonra, sevdiğim erkek geldi aklıma. Ana okul arkadaşım. Metin. Çocukken o kadar güzel anlaşırdık ki, ailelerimiz bir araya gelebilmemiz için, ahbaplık kurmuşlardı. Haftada birkaç kez aile görüşmelerimiz olurdu. Hayatımın en güzel zamanları. Oyun oynardık, birbirimizi severdik.

      Ortaokulda, beni özel okula verdiler, Metin devlet okuluna gitti. Benim okul tam gün, onunki yarım gün. Ama ailelerimiz ahbap. Görüşmeye devam ettik.

      Okul tatillerinde de ayrılmadık.

      Bu bağlılığımız, ailelerimize tuhaf gelmeye başladığında, Metin ve ben, durumumuzdaki farklılığın şokunu çoktan yaşayıp bitirmiştik. İkimiz de kızlara ilgi duymak için çabalamış ama başaramamıştık. Birbirimize olan ilgimizi fark ettiğimizde, görüşmeme kararı almıştık. Kendimize ceza verirsek, diğer erkekler gibi olabileceğimizi sanmıştık.

      Olamadık.

      Farklı olduğumuzu anladığımızda, ikimiz de interneti talan ederek, bize uyacak yanıtlar aradık. Çok uzun zaman, bizdeki farklılığı ve birbirimize olan düşkünlüğümüzü açıklayacak işe yarar bilgiler araştırdık.

      Yoktu. Okuduklarımız, eşcinsel olduğumuzu anlatmaktan başka bir işe yaramıyordu.

      Sonunda, kararımızı verdik. Biz birbirimize âşıktık.

      Ortaokulun son yılında, aynı okulda okumanın tek çözüm olacağını fark ettik. Kolej sınavlarına var gücümüzle hazırlanırken, beraber çalıştık. Aşkı keşfedişteki o muhteşem duygu, kolej sınavlarına hazırlanmayı kolaylaştırdı. Kavuşmanın tek çözümü buymuş gibi, çok çalıştık.

      Annemin yemeğe çağıran sesi geliyor, mutfaktan. “Mustafa, Fahri, Sevim…yemek hazır.” Anlaşılan kız kardeşim de odasında. Babam da salonda, haberlere bakarken dinlenmeye ve sakinleşmeye çalışıyordur. Beni döverken çok yorulmuş olmalı.

     Babam 24/48 çalışır. 24 saat mesai, 48 saat evdedir. Garaja kurduğu atölyesinde, ahşap işleri yapar. Çok güzel masalar, sehpalar, büfeler yapar ve yüksek ücrete satar. Hep söyler, “okutsalar, mühendis olurdum, koca bir mobilya atölyesi açardım” der. Sevim’in mutfağa doğru giden ayak sesleri geliyor kulağıma. Babam evde olmadığında, benimle şakalaşan, güldürmeye çalışan, dertlerini paylaşan küçüğüm.

Şimdi bu suratla ve bu öfkeyle, mutfağa nasıl giderim ben?

      Sofrada mutlaka sevdiğim bir yemek vardır. Ne zaman dayak yesem, annem sevdiğim bir şeyler pişirir. Ne anlatmak istiyorsa?

      Ben yemek falan istemiyorum, Metin’le ilk öpücüğümüzü düşünmek istiyorum. Ama annemin her şeyi anladığı ve babama anlattığı gün geliyor gözlerimin önüne. İlk dayak, ilk ve son psikolog. Annem ve babamın hasta olduğumu ve iyileşmek için psikoloğa gideceğimi söylediği gün. Psikolog ile konuştuktan sonra, kendimi iyi ve doğru hissettiğimi hatırlarım. “Sev kendini ve koru” demişti bana. Ama annemle babama ne söylediyse, moralleri bozulmuş, eve dönünce bir posta daha dayak yemiştim. Psikolog defteri böyle kapanmıştı, işte.

      Annemin sesi, “Fahri, oğlum, gel seni bekliyoruz.”

      Gelemem anne. Gelmeyeceğim. Metinle aynı koleji kazandığımız güne gitmek istiyorum. O okulda onunla aynı sınıfta ve aynı sırada geçen iki yılı düşünmek istiyorum. Birbirimize sarılmalarımızı, koklaşmalarımızı, ders çalışmalarımızı ve gelecek planlarımızı düşünmek istiyorum. İçimdeki öfkeyi susturmamın başka yolu yok. Çağırma beni, n’olur.

      Babamın sesi, “Fahriiiii…”

      Bu sinirli ses, benimle işinin bitmediğini anlatıyor, değil mi?

      Bazen böyle olur. Yemekten önce ve sonra, babam devam eder. Döver, döver. Eskiden çok ağlardım, şimdi nedense o ağlıyor. Her zaman değil. Biraz içtiyse, ağlıyor.

      Hem beni dövüyor hem de ağlıyor.

      Hasta ben miyim, o mu yoksa diye düşünürken, gülümsüyorum gene. Canım yanıyor.

      Sevmiyorum, bu adamı. Metin’in babası gibi değil.

      “Metin” diyorum, kısık sesimle. Bana sayısız arama ve mesaj göndermiş olmalı. Ama telefonum kapalı ve babamın cebinde şu an.

      Ben de onun canını acıtmak istiyorum. Çok canı yansın, ama iyileşmesin. Ne batikon ne yara bandı, işe yarasın.

      Kapıyı açıyorum ve tüm gücümle, “geliyorum” diyorum. Sesim berrak, sesim güçlü. Canım yanıyor ama umursamıyorum. Yan odaya geçiyorum. Babamla annemin odası. Gardıropta babamın iş kıyafetlerinin altındaki yasak çekmeceyi açıyorum. Beylik tabancasını alıyorum ve annemin tuvalet masasına oturuyorum. Namluyu tıpkı filmlerdeki gibi, şakağıma dayıyorum. Acımayan tek yerime. Yüksek sesle, onların duymasını hedefleyerek “sana gününü göstereceğim baba. Ömür boyu acı çekmeni, tek bir huzurlu gün yaşamamanı diliyorum” diyorum.

Ardından ölümü hiç düşünmeden tetiğe basıyorum.