Tuhaf Şeyler

      Öğretmen, bir gün de iyi bir şey söyleseydi ya. Sen rica minnetle işten iki saat izin al, okula git ve öğretmenin ağzından çıkan her sözcükle biraz daha ufal.

      Esra, 15 dakikadır beklediği minibüse nihayet binerken, bir taraftan öğretmenin söylediklerini diğer taraftan daha şimdiden işe yarım saat geç kaldığını nasıl açıklayacağını düşünüyordu.

      Neredeyse ayda bir defa Özgün’ün okulundan çağrılıyordu. Öğretmenin söyledikleri bugüne kadar benzer şeylerdi.

      “Özgün’ün dikkati dağınık”

      “Özgün ders dinlemez”

      Bugün şikâyetlere bir yenisi daha eklenmişti.

      “Özgün tuhaf şeyler soruyor”

      Tuhaf şeyler. Dudakları ister istemez kıvrıldı Esra’nın. İçinden kocaman bir kahkaha atmak geldi ama belkemiğine gelen ani bir çarpmayla, dikkati dış dünyaya kayıverdi.

       “Hop. N’oluyor?”

       Beline çarpan patates dolu bir poşetti. İlerlemeye çalışan, kendi yaşlarında bir kadının elindeydi. Azimle ilerlemeye çalışıyordu kadın. Kıymetli patates poşeti önde, o arkada.

      “Sori* canım” dedi ve bu defa da ayağına basarak ilerlemeye devam etti.

Esra, koltuk arasına attı kendini.

      “Özür dilerim” dedi, oturan yolcunun dizine çarparken.

      “Buyur sen otur teyze” dedi genç adam. Kalktı ve patates poşetli kadının arkasından ilerledi.

      Ne beli ne ayağı. Ne de öğretmenin, Özgün için konuştukları. İçeriden, ince bir sızı geldi, az önce kahkahalarını saklayan dudaklarına. İstemeden döküldü ağzından: “vay be teyze de olduk ya.”

      “Saygıdan abla” diye bir ses geldi yan koltuktan. 70 yaşlarında bembeyaz saçlı bir ihtiyar. “Sana saygıdan teyze dedi abla.”

      “Ne? Abla mı? Dayı, ben nerden ablan oluyorum senin?”

      “Ben nerden dayın oluyorsam, sen de oradan ablam oluyorsun işte. Amma da sinirlisin ha.”

      İçeriden bir ses, kendi sesine benzeyen bir ses uyardı Esra’yı. “Cevap verme, Esra. Boş ver Esra. Öğretmeni düşün Esra. Özgün için söylediklerini düşün. Akşam Kemal soracak, öğretmen ne dedi diye. Ne diyeceksin onu düşün. Şimdi markette müdürün hesap soracak sana. Nerde kaldın diye. İyi bir cevap düşün kızım”

      Neyse ki yaşlı adam da susmuştu. Esra’ya birkaç eleştirel bakış attıktan sonra, sessizliğine biraz da güceniklik ekleyerek yüzünü cama dönmeyi tercih etmişti.

      “Hay Allah. Tanımadığım bir dede de bozuk çalıyor ya bana daha ben ne deyim.”

      Trafik sıkışık. Minibüs yolcu alır yolcu bırakır. Yol uzar, Esra düşünür.

      Özgün tuhaf sorular soruyor. 7 yaşında hangi sorular tuhaf olmaz acaba, diye düşünmeye zorluyor kendini. Kemal gene kızacak çocuğa.

      Ama kulağından o ses gitmiyor ki: “teyze…teyze…teyze…”

      “Ben daha 32 yaşındayım” diye çığlık atmak istese de kendini tutuyor. Tuhaf bir şey yapmak gibi olur bu çünkü.

      Müdürüne “beni ne zaman muhasebeye alacaksınız” dese mi acaba? 2 yıl önce işe bu niyetle başlamıştı. Önce biraz kasada çalışacak, sonra esas mesleğine geçecekti. Sorsa mı, bir ara acaba?

      Ama bugün soramaz. Geciktiği bir gün böyle şeyler soramaz. Bu gerçekten tuhaf olur.

      Yarın sorsa?  Müdürünün sesi geliyor kulağına. “Kasiyerlik neyine yetmiyor sanki. Muhasebe okumuşsan ne olacak yani, iş bulduğuna şükret kızım.”

      Anlık bir tutsaklıkla, “sesli düşündüm ben ve müdürüm yanımda” diye geçiriyor aklından. Etrafına bakınıyor, müdürü minibüste mi diye. Sonra gülüyor kendi kendine. Müdürünün minibüste işi ne, değil mi? Duyduğu o ses, içerisinden gelmişti.

Bu da ayrı bir tuhaflık işte.  Duymak istemiyor, içerisinden gelen müdürün sesini. Dikkatini dışarı vermeye çalışıyor.

      Neyse ki az kaldı. Minibüs olur olmaz yerde durmazsa, 10 dakikaya, çalıştığı markette olabilecek. Gecikme en fazla bir saat olacak. Kemal’e söylemeli, erken çıksın işinden. Çocuğu O alsın etütten. Bir saat geç çıkabilir işten.

      Gene içeri kaçıyor düşünceleri. Elinde değil, bırakıyor kendini.

      Kemal bütün gün direksiyon sallıyor. Sabah altı, akşam altı. Pazarlamacılık yapıyor. Karpaz’dan, Lefke’ye kadar uzanan bir görev bölgesi var. Çok yorgun geliyor eve. İki tek atmak, uzanmak, haber maç falan izlemek istiyor. Şimdi sen kalk Özgün öğretmenine, tuhaf şeyler soruyor de. “Öğretmenim, sen şarkı söylemeyi biliyor musun? Neden hep yazı yazdırıyorsun” veya “okumayı öğrenemezsem beni sevmezler mi” veya “neden oyun oynamama izin vermiyorsun” veya “Sermet’i daha çok mu seviyorsun, beni neden sevmiyorsun”

      Bunları hep sorarmış. Öğretmen de idare edermiş. Dikkati dağınık, zayıf bir çocuk, dışlamak istememiş. Ama son günlerde, iyice çığırından çıkmış, Özgün.

En son, öğretmeninin telefonunu istemiş.

      Sıkılmış ve oyununu oynamak istemiş. Telefonda arada bir oynadığı oyunu var. Sticman mı ne? Onu oynamak istemiş. Esra’nın ağzının kıyısından küçük bir kahkaha, özgürlüğüne kavuşuyor, o anda. Kapatıyor eli ile ağzını ama çok geç artık. Kahkaha Esra’dan çıkmış ve yanında oturan yaşlı adamın kulaklarına kadar uzanmış. Adam, bir “of” çekiyor derinden. “Şoför, şoför. Dur, inecek var.”

      Zınk, duruyor minibüs. Anında, kapılar açılıyor. Esra, ayaklarını iyice topluyor, yaşlı adam rahat geçsin diye. Büzülüyor bedeni, ufalıyor oturduğu yerde.

      Yaşlı adam, “tımarhane burası, yürüyeceğim eve kadar” diyerek iniyor minibüsten.

       Kendi sesine benzeyen ses “Herkes sana bakmıyor Esra, rahat ol” dese de Esra, başını öne eğiyor. İçerisinden gelen sese inanmıyor.

      Minibüs az sonra tekrar duruyor, birileri iniyor, birileri biniyor. Ayakta birkaç kişi var ama yaşlı adamın boşalttığı koltuğa oturan yok.

      “Ne tuhaf” diye düşünüyor Esra. “Neden oturmuyorlar?”

      Öğretmen, yaşlı adam ve ayaktaki yolcular. Aralarında bir ortak nokta var ama ne? Bir de müdürü var. Bir saat gecikme. Gün bitmedi daha.

      “Boş ver düşünme” diyor kendine ve tekrar içeriye kaçıyor.

      Kemal çok kızacak çocuğa. Hiç sevmez, bu telefonda oyun oynamaları.

      Öğretmen kızmamış. Tuhaf bulmuş. Sınıfta böyle şeylerin olamayacağını anlatmış. Sınıfta ders işlendiğini ve öğretmenini dinlemesi gerektiğini söylemiş. Bunun üstüne Özgün, “ama sen beni dinlemiyorsun, hiçbir istediğimi yapmıyorsun” demiş. “İkimiz de birbirimizi dinleyelim. Olur mu” demiş.

Öğretmeni sabırla anlatmış. Öğrenciler öğretmenlerini dinler, yazılarını yazar ve okumaya çalışırlar diye. “Tamam” demiş Özgün. “Artık telefonunu verebilir misin?”

İşte, apar topar çağrılmasının nedeni de bu. Özgün’ün tuhaflıkları.

       “Lapta Market durağı” diye gür bir ses, ana döndürüyor, Esra’yı. Minibüs durmuş, hem de marketinin önünde. Acele adımlar atıyor, kapıya doğru. Nihayet, kasasının arkasındaki güvenli yoğunluğa sığınabilir. İçerideki sesi susturabilir.

Çantasından iş önlüğünü çıkarırken, içindeki sese ufak bir ayrıcalık tanıyor.

“Hepsini birden mi anlatsam Kemal’e? Yoksa en hafifinden mi başlasam?”

*Sori sözcüğü, İngilizce dilinden Kıbrıs Türkçesine yerleşmiş, gündelik yaşamda kullanılan, “özür dilerim” anlamına gelen bir sözcüktür.