“Yavrum, yokluğuna dayanamam” sözcükleri, melodik bir çığlığın eşliğinde, uyandırdı Fatma’yı.

      Uzun, acı bir çığlık.

      “Yavrum, kızım, Ayşe’m” diye, devam etti, baladına kocası.

      Son sabahlarda, Mehmet böyle uyanıyor. Acılar içinde, yüzü gözyaşlarından ıpıslak.

      Fatma sarıyor, sarmalıyor. Küçük bir bebeği kucağında sallar gibi, “şışt…geçti, her şey yolunda” diyor.

      Karısının kollarında sakinleşiyor Mehmet.

      “Bebek gibi. Kocaman bir bebek gibi” diye düşünüyor Fatma.

      Bundan önceki hafta, her şey yolundaydı, yani yolunda sayılırdı. Mehmet sakin ve derin düşüncelere dalmış gibiydi. Arada bir etrafına şaşkınlıkla bakıp, sonra toparlıyordu. Sabah kahvesine gelen 40 yıllık komşuları Halide Hanımı tanıyamamış ancak durumu çaktırmadan idare etmişti. İki defa, Ayşe’yi sormuştu: “Nerde galdı bu gız?”

      Her defasında, Fatma, dikkatini başka konuya çekmeye çalışmıştı.

      Doktor, uzun uzun anlatmıştı, Fatma’ya. Eşi, Alzheimer denen bir unutma hastalığına yakalanmıştı ve henüz başlarındaydı.

      “Hastalığın seyri böyle. Bir orman yangını gibi. Biz sürecin yavaşlamasını sağlamaya çalışacağız” demişti doktor.

      Yani giderek kötüleşecekti, Mehmet’inin durumu.

      “Bundan daha kötü olabilir mi” diye düşündü, Fatma. “Her sabah evladımızı bir daha kaybediyoruz. O kâbusa bir daha dönüyoruz.”

      Geçen hafta, ritmik tekrarlarla, “nerde galdı Ayşe, neden hâlâ gelmedi” ağıtını yakmıştı. Güzeldi Mehmet’in sesi. Eski bir türkünün çalıntı nağmelerini, Ayşe’yi bekleyişine eşleştirmişti.

Al beni beni 
Sar beni beni 
Bahçada bamya 
Gel güzüm sarılalım 
Ellere galma*

      Bu türküyü, gençliklerinde çok güzel söylerdi, Mehmet. Şimdi aynı nağmeye, Ayşe’nin acısını eklemişti. Sevdalarının türküsü, evlâtlarına yakılan bir ağıt haline gelmişti.

Nerde galdın Ayşe’m Ayşe’m

Neden hala gelmedin, gelmedin?

      Ancak son üç sabahtır, Ayşe’yi kaybettiklerini öğrendikleri noktaya saplanmıştı. Ayşe’nin ölümünü öğrendikleri ana takılıyor ve acısını tekrar tekrar yaşıyordu. Ağlıyor, isyan ediyor, çığlıklar atıyordu. Komşu evlerden duyulan çığlıklardı bunlar. “Ayşe’m, gitme gızım, ölme gızım. Tek gızım, bırakma babanı.”

      25 yıl önce bir trafik kazasında kaybettiler Ayşe’yi. 14 yaşındaydı. Ortaokula gidiyordu. Üç oğlan çocuğundan sonra doğmuştu. Babasının gözdesiydi. Babası, Ayşe gelmeden sofraya oturmazdı. Her gün sorardı kızına. “Bugün annen ne pişirsin, sana? Canın ne ister, Ayşe’m?”

      Köy otobüsü, o öğleden sonra beklenen saatte dönememişti köye.  Yağmurlu bir gündü ve eski aracın eski lastikleri bir şekilde kayarak, otobüsün yoldan çıkmasına ve şarampole düşmesine neden olmuştu. Diğer çocuklar, çeşitli yaralarla kurtulurken, şoför ve Ayşe, kaza yerinde hayatlarını kaybetmişlerdi.

Yemek masasına oturmamışlardı daha. Ayşe’yi bekliyorlardı.

      Fatma, telaşa kapıldı birden. Ya acıdan kalbi durursa Mehmet’in diye. Her sabah on dördündeki bir evlâdı tekrar tekrar kaybetmeye ana baba yüreği ne kadar dayanabilirdi ki?

      Mademki unutma hastalığıydı bunun adı; unutturmaya çalışacaktı Mehmet’ine bu acıyı.

      “Gel Mehmet, sabah banyomuzu yaparken, anlatacağım sana Ayşe’yi” dedi.

Ve masalına başladı.

      Bu masalda, Ayşe ölmüyor.

Ayşe, lamba suyucu** Latif dayının torunu Latif ile evli ve Amerika’da yaşıyorlar. İkisi de doktor.

      Mehmet, eskiden beri çok sever, küçük Latif’i. Gerçi, artık küçük değil. Kocaman adam ve gerçekten de Amerika’da yaşıyor ve doktorluk yapıyor. Ama bir Amerikalı ile evli.

      Mehmet’in bunları hatırlamasına gerek yok.

      Yavaş yavaş, şampuanlıyor, Mehmet’in bembeyaz ama hala sık saçlarını. Gözleri yanmasın diye, bebek şampuanı kullanıyor. Bu arada, Ayşe’nin bebek beklediği için gelemediğini söylüyor. İkinci çocuğunu doğuracak Ayşe. Yaşı biraz ilerlediği için gebeliği ağır geçiyor. Yolculuk yasak yani.

      Mehmet’in yüzüne dökülen köpüklü suları, eliyle temizlerken, kocasının sakinleşmesini izliyor. Yüz hatlarındaki acı kırıklıklar yumuşuyor ve yerine huzur geliyor.

      Bu bir başarı Fatma için. Kendinden memnun.  Mehmet’in yüzü güzel konuşuyor çünkü. Boşluk yok, acı da yok.

      Sırtını sabunlarken, az sonra unutacağını bilerek, Ayşe ile Latif’in masalına devam ediyor.

      Yorgunluğunu duyumsamıyor Fatma. Arife suları bunlar. “Arife suları, mübarek sulardır” derdi anası. Arife gün yıkanmak, iyileştirir, güzelleştirir insanı.

Kocası daha iyi olacaktı.

      Yarın, bayram sabahı, oğulları, gelinleri ve torunları geldiğinde, belki onlarla eskisi gibi kahkahalar atacak, şakalar yapıp, evi neşeye boğacaktı.

      Torunlarının bayram harçlıklarını, güya kaybedecek. Onlarla beraber arayacak ve bulacaktı. Çocukların küçüklüğünden beri oynadığı bir oyundu bu, Mehmet’in. Torunlar, define avına çıkmış gibi heyecanlanacak, olmadık yerlerde bayramlık aranacak ve bayramlıklar tahmin edilmeyen bir yerden çıkacaktı gene. Eskisi gibi.

Belki yarın sabah, Mehmet, “iyi bayramlar” diyerek uyanacaktı.

*Türküyü derleyen: Mahmut İslamoğlu-Yılmaz Taner

**Lamba suyu: Gaz yağı. Eskiden gaz lambaları için seyyar satıcılardan alınırdı. Satana da lamba suyucu denirdi.