TDK sözlüğünde dejenerasyon; yozlaşma, soysuzlaşma, bozunum anlamına gelmektedir. Son zamanlarda sıklıkla duyduğum bu kavram, beni yıllar öncesine götürdü. Sadece derslerde okuduğumuz, profesörümüzün karşısında yorum yapabildiğimizi ispatlamaya çalıştığımız gençlik yıllarımıza. O zamanlar, önceliği etik anlayışa vererek kültürel yapının değişiminin olumsuzluklarını tartışırdık. Genelde uygarlık, hümanizm; kültürel açıdan dil, gelenek konularından başlar ve “yozlaşma” sözcüğünün gölgelerinde buluverirdik kendimizi. İnsanlık tarihinin parlak yıldızları olan toplumların haritalardan hatta hafızalardan silinme sürecini masal gibi dinlerdik. Binlerce yıl öncesinin izlerini taşıyan kıtalara doğru gönderirdik hayallerimizi. Kalıntılar biraz var ama o kültürler ve insanlar artık yok. Devletler yok, toplumlar yok.

      Yoksa insanlık tarihinin doğası mı bu?

      Bunu düşünürken aklıma sosyokültürel yapılarını korumak amacıyla yasalar yapan ülkeler geliyor. Mesela bizde, yasal olarak kedi köpek dostlarımızı yemek yasak. Bazı ülkelerin yasalarında, yabancıların yerleşeceği bölgeler belirlenmiş. Göçmen kabulünde, kimse istediği yerde yerleşke kuramıyor. Neyse konu bu değil aslında.

      Bir şekilde, gündelik yaşamımızın akışında tuhaf bir sürat başladı. Bir şeyler göz açıp kapayıncaya kadar değişiveriyor ve yorumlamaya kalkışmak bile risk taşıyor. Yorumlamak bir yana kendimizi saklamanın yollarını öğrenmeye başladık.

      Hayvan sever olduğunuzu saklamazsanız, bahçenize bakamayacağınız kadar çok yeni doğmuş kedi köpek yavruları veya sahibinin bıktığı yetişkin köpekleri bırakabiliyorlar.

      Yufka yürekli mi bilinirsiniz? İstismar edildiğinizi fark etmeden, kullanılmış mendil haline gelebilirsiniz.

      Evinizi evsizlere açarsanız kendinizi kapının dışında bulabilirsiniz.

      Şefkatle iyileştirdiğiniz birileri, sizin efendiniz ilan edebilir kendini.

      Bunlar çok acı sözler, farkındayım. Çünkü cömertlik ve dayanışma erdemdir. Yardım severlik, doğaya ve tüm canlılara duyarlık da öyle. Ve bütün insanlar eşittir. Zenginlik, başarı gibi faktörler, bizi başkalarından üstün kılmaz. Yok, böyle hissedersek, insana ve doğaya ayıp ederiz. Bu nedenle çevremizle ilgileniriz. Vicdan ve akıl, kalp bir araya gelerek çalışır, çalışmalıdır. İnsan yapısı yasalar da bu harçtan kullanır.

      Savaşların, insan ticaretinin, göçlerin allak bullak ettiği dünyada, insani değerleri unutmak; insan olmaktan uzaklaşmak değil midir?

      Ancak, yazımın başlığı ve içerdiği anlam, içinde pek çok sorunu taşıyor. Kendine ve yaşadığı kültüre, topluma yabancılaşan insanlar gibi mesela. Bunun için ülkeye göç edenleri bahane edersek kendimizi aldatmış oluruz. Einstein’ın dediği gibi, insanlar “iyiler” ve “kötüler” diye ikiye ayrılıyor, çünkü. Bir şeyler kötüye gidiyorsa ve “eski günler, eski insanlar” teranesine kapılmış gidiyorsak, boşa kürek sallıyor olabiliriz.

      Bilime kulak verirsek, toplumsal dejenerasyonun tek bir nedene bağlanmadığını, birbirinden farklı pek çok faktörün etkileşimi sonucunda ortaya çıktığını öğreniriz. İnsanın huzur, güven, aidiyet gereksinimi, ekonomik refahı gibi faktörler çalışmadığında, çark bozulmaya başlıyor. Savaşlar, kültürel değişmeler, ekonomik çıkmazlar, siyasal gelgitler, ahlaki değerlerin düşmesi ve demografik yapıdaki köklü değişiklikler sosyokültürel dejenerasyonu yaratabiliyor ve toplumun kendine ait yapısı bozuluveriyor. İsterseniz buna teknolojik gelişmeyi de ekleyebilirsiniz. En son 61 dil bilen, kalbi atan robot yaptıklarını okudum. Umarım uydurma haberdir.

      Elbette kültürel dejenerasyonu önleyecek çözümler vardır. Siyasa ve Bilim ve İnsanlık; dünya George Orwellin ütopik eseri Hayvan Çiftliğine dönüşmeden önce, insanı merkeze alan çözümleri üretmeye başlamalıdır.