ÖYKÜ: Ayla Kahraman: İstek ve iradeleri dışında insan ticaretinin bir parçası olmuş kalbi kırık, gözü yaşlı tüm kadınlar için yazdığım bir kurgusal öyküdür.
NAJRİS
“Nergis, bıktım senin deliliklerinden. Kendini topla yoksa karışmam” diye gürledi Soner’in sesi.
“Nergis değil. Najris benim adım.”
“Sen burada Nergis’sin. Unut, Najris misin marjist misin her ne haltsan…unut dedim sana. Son defa söylüyorum. Yeter be. Bıktım senden. Faydan yok bari sıkıntı çıkarma. Bir daha, Kira’ya veya Ludmila’ya yaklaşmak yok. Kavga yok. Bir şey olsun, senden bilecem. Annadın değil? Haa unutmadan. Bu hafta da çarşı izni yok sana. Odanı da değiştiriyorum. En arkadaki depoda yatacan bir hafta. Belki aklın başına gelir da borcunu ödemeye başlan.”
Sustu Najris. Yanıtlamadı. Ne söylese ne anlatsa sonunda ceza almaktan başka işe yaramıyordu. Ama Soner havasındaydı anlaşılan, bir türlü çekip gitmiyordu odadan.
“Ha aklını toplar da bu gece iyi bir şeyler yapabilirsen, belki bir daha düşünürüm, ona göre.”
Gene yanıt vermedi Najris.
Arapça, Fransızca, İngilizce ve biraz da Berberice konuşabilirdi. Burada Rusça kavga etmeyi ve az buçuk Türkçe konuşmayı da öğrenmişti. Dile kolay tam 18 aydır bu delikteydi. Türkçe dilini ise sevmemişti. Öğrendikleri ya öfkelenmesine ya utanmasına neden oluyordu. Başını eğerek, sessiz ve kindar gözlerini Soner’den saklamaya çalıştı.
“Giyin artık” dedi Soner ve komodinin üzerinde atılı duran kırmızı siyah dantel yığınını, avucuna kolayca sığdırıp, Najris’in suratına fırlattı. “Saat 10’da hazır ol” diyerek dışarı çıktı.
Hava sıcaktı. Ama üşüyordu, Najris. Oysaki geride bıraktığı Fas ülkesinde, yaşadığı şehirde, Ucda’da sıcaklara alışıktı. İçeride bir yerde, buraya geldiği gün oluşmaya başlayan ve giderek büyüyen bir buz parçası taşıyordu. Çocuk bakıcılığı için çıktığı yol, Kıbrıs adasının ovalarının bir yerindeki, gece kulübü denen bu zindanda son bulmuştu.
“Konsomatrissin” demişti, Soner. “Parası daha fazla. Çalışacağın ev başka çocuk bakıcısı bulmuş. Şükret haline. Konsomatris ne demek diye sorduğunda, müşterilerle içki içmek, sohbet etmek, onları rahatlamak gibi bir şeyler anlatmıştı, Soner. Hiç sevmemişti bunu. Ona göre olmadığını söylediğinde, “alışırsın, ucunda çok para var” demişti, tatlı tatlı.
Gerçekte, neredeyse çıplak dans edeceği ve onu seçen erkeklerle seks yapmasının da işinin bir parçası olduğunu anlatmamıştı.
O sadece şarap içmeyi severdi. Nişanlısı Achraf ile birlikte, kaçamak yaptıklarında, gizlice seviştiklerinde, mutluluklarını şarapla kutlarlardı. Ama alacağı para iyiydi ve bir yılda biriktireceği para ile Achraf’ın Rabat’taki otel inşaatında çalışarak biriktireceği para birleştiğinde, Ucda’da küçük bir daire alabileceklerdi.
Ona ilk telefon izni verildiğinde, konsomatrislikten söz etmişti, Achraf’a. Ama dans ettiğini, onu seçen erkeklerle seks yapmak zorunda olduğunu anlatmamıştı. Yapmak zorunda bırakıldığı her cinsel ilişki sonrasında, sinir krizleri geçirdiğini, müşterilerden bazen dayak yediğini ve kulübe döndüğünde ceza aldığını, onu isteyen erkeklerin buna rağmen azalmadığını da kendine saklamıştı.
Beraber çalıştığı kızlardan biri alaycı bir bakış atsa veya yüreğine dokunan bir şey söylese, yapsa; bunu fırsat bilir ve anında saldırır, saç saça, baş başa öfkesi dinene kadar kavgayı sürdürürdü. Canı ne kadar yanarsa o kadar iyi hissederdi.
Soner’in bir ay önce onu doktora götürdüğü ve doktorun verdiği sakinleştiricilerin işe yaramadığı konusu ise, kulüpte alay konusuydu, sadece.
Saate baktı. 9’u geçiyordu. Aceleyle, yeşil pamukludan eşofmanlarını çıkarıp duşa koştu. Yasemin kokulu duş jeli ve şampuanla yıkanmasını tamamlaması beş dakikadan biraz fazla sürmüştü. Vücuduna, bol miktarda yaseminli esanstan sıktı. Sonra, giyinmeye başladı. “Aslında giysi olmayan giysiler bunlar” diye geçirdi içinden. Don, don değildi ki. İki ipliğin tuttuğu dantel iki parçaya tiksintiyle baktı. Sütyen denen kırmızı kumaş parçasına göğüslerini sığdırmaya çalışırken, “etturabu” * dedi, öfkeyle. Bereket, üzerine giyeceği kırmızı dantel pelerin uzundu ve kalçalarından aşağı iniyordu en azından.
Şov için hazırdı. Yatakhaneyi ana binaya bağlayan koridor sıcaktı. Koca salon şova hazırlanmaya başlamıştı anlaşılan. Kadın sesleri, müzik sesine karışıyordu. Arada Soner’in, Salih’in sesi de geliyordu.
Salih her işe koşan, onları minibüs ile çarşıya ve hastaneye sağlık kontrolüne götüren, başlarında bekleyen kişidir. Yanına bazen garsonlardan birini veya bakım onarımda çalışan Seyit’i de alır. Gece kulübünün imkânlarından biraz otlanmakta sakınca görmez hatta bunun hakkı olduğunu düşünür. Yeter ki Soner duymasın. Kulübün sahibi olan kodamanlara şikâyete gitmesin. Evli ve çocuklu olmasına rağmen, gönlünü hoş tutan kızlara cömert davranır, markette daha fazla kalmalarına, özel ihtiyaçlarını almalarına izin verir. Bazen de arkadaşlarına hediye eder kızları. Karşı çıkan olursa, bir yalan uydurarak Soner’e şikâyet eder; Soner kaç çarşı cezası verecek ruh halindeyse, ona göre kesilir, cezaları.
Salondan içeri girdi. Şov başlamıştı. Yani gene geç kalmıştı. Gürültülü müziğe karışan her dilden sesler, boyalı kuşlar gibi giyinmiş üç genç kadının sahnedeki şuh danslarını, kırmızı-mavi ışık seli içinde, gözler önüne seriyordu. Az sonra sıra ona ve diğer altı kıza gelecekti. İkinci bölüme kadar olan konsept buydu. Açılıştaki üç kız, erotik danslarını yapar, ardından, sahneye gelen yedi kızla gösteri devam eder.
Arkadaşlarına doğru yürürken, Kira ve Anna alaycı bir gülümsemeyle öne geçtiler. Soner’e yaptıkları şikâyetin işe yaradığını bildiklerini anlatan bu gülümseme, Najris’in sahte gülümsemesi ve sert bakışı ile karşılık buldu. “Sonra” dedi dudaklarını hafifçe kıpırdatarak. Onların dillerinde. Rusça.
Sahnedeki yerini alırken, gözleri Ludmila’yı aradı. Yoktu. Gece kulübünün değerli sermayesi, çok zengin ve güçlü bir adamın villasını şereflendiriyordu, sıklıkla. Yaşlı adamı, avucunun içine alacağını, kendine bir ev açtıracağını umuyordu. Gece kulübüne bir koridor ile bağlı olan dört kişilik küçük odalarında, evlenmeye hazırlanan gelin kız gibi, sırıtıp dururdu.
Dans başlamıştı. Sahnedeki dokuz kız, üçü önde, altısı biraz geride, müziğin ritmine göre kıvrılmaya, elleriyle bedenlerini okşamaya başlamışlardı. Gece kulübünde yirmi kadar kadın olduklarını biliyordu, ama sahnede genelde 10-12 kişi olurlardı. Dokuz kişi, daha fazla iş demekti. Bu akşam, giderek artan kalabalığın arzularına uymakta zorlanacaklar gibiydi.
Bu gösteriye uyum sağlamanın yolunu bulmuştu. Düşüncelerini Fas’a gönderiyor, bu dansı nişanlısına yaptığını ve satın aldıklarını hayal ettiği apartman dairesinde buluyordu kendini.
2-3 muflon koyununa gözü gibi bakan ve birkaç dönüm toprakta arpa, buğday yetiştirmeye çalışan annesi de gelirdi aklına. 2 kız kardeş ve yeni doğan bir erkek kardeş vardı, ta uzaklarda. Erkek kardeşini görmemişti henüz. Babası, Achraf ile birlikte çalışıyordu. Duvar ustası olarak. İkisi de evden çok uzaktaydı. “En uzakta sensin” demek isterken, içindeki sesi, susturdu hemen. Suratına şuh bir ifade yerleştirmesini ve ellerini beceriyle vücudunda dolaştırmasını kolaylaştıran düşlere ihtiyacı vardı.
Ara verildiğinde, makyaj tazelemek, saçları düzeltmek ve üst başı yeni giysilerle değiştirmek için “bakım odası” dedikleri salona geçtiler. 15 dakikalık arada makyöz ve kuaförler, onları parlatıp tekrar sahneye göndermekle görevlidirler.
Anna, Ruslana, Darina, Kira gene bir aradalar. Dillerini kimsenin anlamadığının verdiği rahatlıkla konuşuyorlar. Üzgünler. Ludmila hasta olmuş. Hastanedeymiş. Kimden kaptıysa, o beyaz teni yaralar içindeymiş.
“Hak etmiş orospu” diyecekken durdu. Rengârenk ışıklar altında beyaz mermerden bir melek gibi dans eden Ludmila uzun zaman aralarında olmayacaktı ve onun için üzülen birileri vardı. Onları kıskanıyordu. Grup dayanışmaları, birbirlerini korumaları, birbirleri için üzülmeleri canını yakıyordu. İyileşemezse, daha önce ortadan kaybolan Anastasia, Begum ve Sun Yean gibi, Ludmila da ortadan kaybolacaktı. Bunu düşünmek bile teselli etmedi, Najris’i. Bu zindanda, Min Ji dışında hiç kimse için bir önemi yoktu. Min Ji, Koreliydi ve bu batağa yeni düşmüştü. Onun gelişiyle yalnızlığı son bulmuş, onu 13 yaşındaki kız kardeşi Hafsa’nın yerine koymuştu. Min Ji’nin de yaşı küçüktü. Patronda saklı duran pasaportu, aynı yoldan daha önce geçmiş ablasına aitti. Onun adını değiştirmemişlerdi. Ama Kamerunlu Madiha; Desta olmuştu. Adını değiştireceklerinde kendi seçmişti bunu: Desta. Ülkesinde bunun anlamı zevk demekmiş. Geride bıraktığı 6 yaşındaki kızının adı da Desta.
Afrikalı kızlar da sevmezdi Najris’i. Siyahi olmayan hiçbir kadını sevmezlerdi. Najris ise, beyaz teni, uzun kara kirpiklerle süslenmiş sürmeli koyu kahve gözleri, ince bedeni ile ne Afrikalı ne da Avrupalı kızlar tarafından kabul görürdü.
Najris dışında, bütün kızlar iş çıktığında nazlanmadan giderlerdi. İş, gösteri sonrası da olsa, “yorgunum” demezler; birkaç günlüğüne kiralansalar da karşı çıkmazlardı. Ekstra aldıkları paraları saklamak için, ne yaptıklarını henüz çözememişti, Najris. Aralarından biri, bazen 3-4 gün sonra, yaralı veya hasta gelir gene de ses çıkarmazlar; kendi aralarında bir şekilde her şeyi yoluna sokarlardı.
“Değiştir üstünü” diyen aceleci bir sesle, bulunduğu ana döndü. Sıra Ona gelmişti. Makyajı ve saçı düzeltilmeden özce final için hazırlanan, beyaz dantellere bürünmeliydi. Beyaz renk eşliğinde, dozu artan erotik danslar; müşterilerin iştahını kabartacak ve belki iki saatliğine belki bütün gece kiralanacaklardı.
***
“Uyku mahmurluğuyla, Achraf’a sarılıyorum. Onun tek odalı bekâr evindeyiz. Başımı göğsüne dayıyorum. Öpüyor dudağımın ucundan. Daha çok sokuluyorum ona. Eli apış arama doğru uzanırken, ürküyorum. Achraf böyle yapmaz. Yanımdaki Achraf değil.
“Nergis” dedi bir ses. Oysaki ben Najris’im. Achraf “Nar” der bana.
Kim bu yanımdaki yabancı?
Yattığım yatak farklı. Achraf’ın kahverengi dar divanı değil.
Ben Kıbrıs’tayım. Adını bilmediğim bir adamla, kocaman bir yataktayım. Ama o biliyor, adımı. Saat kaç acaba? Gitme zamanım gelmiş olabilir mi?
Beni almaya biri gelecek mi?
Kalın perdelerin kenarlarından gün ışığı sızıyor odaya.
Kocaman bir oda ve ben çıplağım. Yanımdaki yabancı da öyle. Üzerime ince battaniyeyi çekiyorum. Az ötede, beyaz danteller yerde bir yığın olmuş. Yanında, ince, uzun bej pardösüm duruyor.
Burnuma bayat yasemin kokusuna karışmış iğrenç bir koku geliyor. Gecenin şehvet kokan kalıntıları, vücuduma yapışmış. Onlardan kurtulmam gerek.
Bir an tiksiniyorum kendimden ve yanımda yatan yabancıdan. Odaya sinmiş kokudan, midem ağzıma gelir gibi oluyor. Yutmaya çalışıyorum, olmuyor. Aceleyle çıkıyorum yataktan ve lavaboya koşuyorum. Adam, kustuğumu anlamasın diye, kapıyı kapatıyorum. Bir elimle klozet kapağını açarken, diğeriyle lavabo musluğunu açıyorum. İçimdeki safrayı çıkarıyorum. Ama asi burnum o iğrenç kokuyu duymaya devam ediyor.
Çıplağım. Gece, adını hâlâ hatırlayamadığım adamın yatağına girmeden önce kullandığım duş, bıraktığım gibi. Kendimi atıyorum duşun altına. Soğuk suyu sonuna kadar açıyorum. Bunları, adamdan izin almadan yapıyorum. Kızabilir, Ahmet’e şikâyet edebilir, hazır duş yapmışken, anlaşma dışı şeyler isteyebilir.
Banyo havlusuna sarınıp, odaya dönüyorum. Çıplak adam, hala yatakta. Gülümsüyor. Mutlu. Ellerim pardösüme gidiyor. Sadece pardösümü giymek istiyorum. Orospuluğumu anımsatan sahte gelinliği değil. Beyaz dantelleri ortada bırakamam ama. Onları da alıyorum elime. Tekrar banyoya yönelirken, adam sesleniyor: “Hey Nergis. Yanımda giyin. O kadar samimiyetten sonra, utangaçlık numarası yapma.”
Hala gülümsüyor. Memnun. Doğrusu, gece boyunca canımı da yakmadı. Kendinden de benden de hoşnut görünüyor. Oysaki vücudumla oynarken, adını tekrar tekrar söyletmişti bana. Hapların etkisi mi bilmem, benden ne isterse yapmıştım. Evcilleştirilmiş bir muflon koyunu gibi.
Gülümsüyorum ona. Bu batağa düşeli ilk defa bir adama rol icabı değil de gerçekten gülümsüyorum. Canımı yakmadı, belki bundan. Banyosunu istediğim gibi kullandım, ses çıkarmadı ve bana sahiden gülümsedi. Birden, adını da hatırlıyorum. Ama söylemesi zor. Havludan kurtulup, üzerimi giyinmeye başlarken, “Kultagin” diyorum ona. “Çok teşekkür ederim.”
* etturabu: Arap dilinde “pislik” demek.