Safiye ablayı, saçı traşlı gördüğümde, şaşırıp kalmıştım. Bir kadını ilk defa böyle saçsız görüyordum.
Savaş sonrasıydı. Bizim sokak ile arka sokağı düzgün bir elips gibi çevreleyen yolda bayrak yarışı yapıyorduk. İki gruptuk. Başlangıç, Hulusi dayının portakal bahçesinin kenarındaki selvi ağacıydı. Kim, başlangıç noktasına önce varırsa, onun takımı kazanacaktı. Dörder kişiydik ve ben, bayrak yarışındaki üçüncü noktadaydım. İlk yarışçılar Akile ve Şerifeydi. Akile ile aynı takımdaydık. Sonradan öğrendiğime göre, Akile en önde koşmuş ve ikinci noktadaki Fatma’ya bayrağı teslim etmişti. Fatma zaten hızlı koşardı ve bayrak elime geçtiğinde, yapacağım tek şey, çok iyi koşamasam da son noktadaki Emel’e bayrağı teslim etmekti. O da iyi koşardı ve yarışı kazanacağımız ortadaydı.
Bayrağı elime aldım ve koşmaya başladım. Koştum, koştum. Ama sonra Safiye ablayı gördüm. Sonbahar akşamının ılık güneşi, traşlı, ak başını parlatıyordu. Hiç saçı yoktu. Yazdan kalma yanık yüzü çizgilerle doluydu. Evinin önünde, bir aşağı, bir yukarı gidip geliyordu. Anlamadığım bir şeyler mırıldanıyordu. Biriyle konuşur gibi, biraz duraklayıp, tekrar başlıyordu.
Evi tam köşedeydi ve ben o noktada dondum kaldım.
Emel’in “koş hade, getir bayrağı” dediğini duyuyordum ama bir adım dahi atamıyordum.
İlk defa başı traşlı bir kadın görüyordum. Bakışlarımı ondan alamıyordum. Oysaki, birine dikkatlice bakmanın ayıp olduğunu biliyordum.
Safiye abla, fark etti beni. “Ne bakan, ilk defa kel kafa görün” diye sorarken, ıslak yüzündeki çizgiler daha da çoğaldı. Sesi hem titrekti hem de öfkeli. Ben korktum. Yanlış bir şey yaptığımın farkındaydım. Sadece “Safiyaba…” diyebildim. Gerisini getiremedim. “Ben sana baktım?” diye sordu. “Gözün şaşıdır dedim? Demedim. Peki sen neçin bakan?” Ben yüzümü önüme eğdim. Sesi tatlılaştı sonra, “Ayşanımın kızısın sen, değil?” diye sordu. Başımı salladım. Sonra, Safiye abla, evinin önünde yürümeye ben de ona bakmaya devam ettik.
Yanlış yaptığımdan emindim ama neyi yanlış yaptığımı düşünemeden, Emel geldi yanıma. “Yarışı kaybettik, senin yüzünden. Bayrak yarışında bir daha oynamayacan, bil” dedi.
O an umursamadım. Başım ağrıyordu. Çok ağrıyordu. Savaştan beri hep ağrırdı ve babam o sıkıntısının içinde doktora götürmek zorunda kalmıştı beni. Doktor, küçük bir çekiç ile dizlerime vurmuş, bir şeyler sorup, birkaç şey daha denemiş ve babama, “Hasan Bey, çocuğun başındaki ağrının nedeni sinirsel ama bu yaşta? Çok tuhaf…” demişti. Bir şeyler daha söylemişti ama hatırlamıyorum. Tuhaf olan başka şeyler de var diye geçirmiştim içimden. Savaştan önce top oynamayı çok severdim. Savaştan sonra top oynamaktan çok korkar olmuştum. Beden eğitimi dersinde, toptan kaçardım. Çok iyi kaçtığım için, yakan topu oynanacaksa, paylaşılmayan çocuk olurdum. Topun değdiği her çocuğun oyundan çıktığı ve son oyuncu kalana kadar süren bu oyunda, kazanan her zaman benim oynadığım takım olurdu. Bu nedenle, Emel’in dediklerini umursamadım. Yakan topundaki başarımdan dolayı, her oyun açıktı bana.  
Bir de başım ağrımasa. Safiye ablaya son bir defa daha baktım. O evinin önünde bir ileri bir geri yürümeye devam ediyordu. Hâlâ konuşan Emel’in dediklerini anlamadım, onu beklemedim ve koşarak doğru eve gittim. Bizim ev, üçüncü bayrak teslim noktası ile koşunun bitiş noktasının tam ortasındaydı. Arkadaşlarımdan herhangi birini görmeden eve girdim.  
Soğanlı limonlu mercimek çorbasının kokusu küçük evimizi sarmıştı ve annem ocağın başında çorbayı karıştırıyordu.
Başım hâlâ ağrıyordu. Ama anneme söylemedim. Ayaklarımı, elimi yüzümü, yıkadım ve tekrar mutfağa geçtim. Çorba pişmişti. Ablam, kardeşim, henüz üç yaşında olan kız kardeşim ve babam, sofradaki yerlerini almışlardı. Ben de oturdum, yerime. Kaşığı elime aldım, çorbaya daldırdım ama bir türlü ağzıma götüremiyorum.
İçmek zorundayım. İçemiyorum. Aklımda, Safiye abla. Yüreğimde yanlış yapmış bir küçük kızın pişmanlığı. Ama neyi yanlış yaptım bilmiyorum. Sadece yanlış yaptığımı duyumsuyorum.
Annem, sakin, bağırmayan, kızmayan biridir ama sofra adabına uygun davranmazsak başımıza ne geleceğini hepimiz biliriz. Yemek soğur ve bitmezse, annem istifini hiç bozmaz, tabağı başımızdan aşağıya döker, sonra anaç kedinin yavrularını ensesinden tuttuğu gibi bizi tutar ve banyo küvetine atar. Hem yıkar hem de döver.
Yemeğe saygısızlık olmaz.
Başım ağrır, midem bulanırken ve Safiye Hanım parlak kafasıyla karşımda dururken nasıl içeceğim bu çorbayı ben?
Babam, “yarışı senin yüzünden kaybetmişler” dedi.
Nereden duydu, nasıl öğrendi diye düşünmedim bile. Babam her şeyi bilir. Geçen mart ayında, savaştan önce, mahalledeki çocuklar, sahipsiz, boş bir arsadaki badem ağacından çağla bademleri toplayıp yerken, boyumun yetiştiği yerden küçük bir tane de ben koparmıştım. Henüz olgunlaşmamış ve ekşiydi. Yiyememiştim ama koparmıştım işte ve babam bunu bile duymuştu. Beni karşısına almış ve “ben size almam mı da bize ait olmayan bir ağaçtan padem koparın?” Çok korkmuştum. İçimden, şimdi değneği getirmemi isteyecek diye geçirdiğimi hatırlarım. Babamın büyük suçlara cezası buydu. Değneği getirirdik, kabalarımıza birkaç defa vurur, ağlayarak odamıza giderdik. Ben, bu cezaya çok fazla çarpıtılmadım. Belki bir belki iki. Hatırlamıyorum. Ama cezadan sonra, babam bana konuşana kadar onunla konuşmadığımı çok iyi hatırlarım.
Çorbaya baktım, baş ağrım, mide bulantım birbirine karıştı. “Şimdi” dedim içimden, “Safiyabaya baktığımı da söyleyecek”, midem ağzıma gelir gibi oldu.
Nasıl oldu bilmem ama babamdan önce ağzımdan sözcükler dökülüverdi: “Safiyabanın saçı yok” deyiverdim.
Yüreğim küt küt atarken, başımı kaldırdım. Teslim olmuştum. Ne isterlerse bana yapabilirler. Değneği de getiririm, banyoda dayak da yerim.
Annem, “yaaa” dedi. “Zavallı. O kadar gonuştum, ganimete gitme dedim, yakalarlar seni dedim. Dinlemedi beni.”
Babam aldı sözü. “Komutan üç defa affetti. Şehit oğlu var, acıdılar. Ama ne komutanı ne kocasını dinledi. Sürekli ganimete gitti ve belki akıllanır diye tıraş ettiler kafasını.”
Ablam, Safiye ablanın kızı Nazime ile aynı sınıfta okuyordu. O aldı, sözü: “Evde iş, yemek yapmazmış. Sürekli ağlarmış. Ganimete gittiği zaman ağlamazmış. Yemek de yaparmış” dedi.
Annem, “boş Rum evlerinden, işe yaramaz şeyler toplarmış. Evin içi çöplük olmuş” dedi.
Mahalledeki şehitlerden birinin Safiye Abla’nın oğlu olduğunu biliyordum. Pembe’nin babası Nihat dayı da şehit olmuştu. Meziyet ablanın nikâhlısı, Teslime ablanın kocası, Emine’nin annesi…daha çok şehit vardı.
Ganimete gitmek yasaktı. Babam, Rumlardan boşalan evlerin ve dükkanların yağmalanmasını önlemek için bu kararın alındığını söyledi. Konuşmaları dinlerken rahatlar gibi oldum. Biraz çorba bile içtim.
Sonra babam, “Ganimet yaparken yakalanmak şart değil, evinde ganimet bulunan herkesi tıraş edecekler” dedi, bana bakarak.
Ödüm koptu.
Çünkü ben de ganimete gitmiştim. Yakınlarımızdaki bir Rum okulundan küçük, tek kişilik bir sıra ve bir Rumca kitap almıştım. Sıra çok ağırdı ve eve getirene kadar çok yorulmuştum.
Hayalimde, o küçük masanın üstünde ders çalışmak, kitap okumak ve yazı yazmak vardı. Rumca kitabı neden aldığımı bilmiyorum.
Elimle ağzımı kapatarak, tuvalete koştum. Midemdeki iki kaşık çorba, safra ile karışık, canımı yakarak dışarı çıkarken, korkudan ağlıyordum.
Masamı bulurlarsa, benim saçlarımı da mı tıraş edeceklerdi?