Hayal kırıklığı.

      Bu iki sözcük ne çok dolanır dilimize… Bununla da kalmaz, duygularımızı tokatlar hatta zihinsel süreçlerimizi darmadağın ettiği de olur.

      TDK sözlüğüne göre, hayal kırıklığı çok istenilen ya da çok umulan bir şey olmadığında duyulan üzüntü, burukluktur.

      Psikolojide ise bu kavram kişiyi aşan -ama içine de katarak aşan- derin bir hüsrandır. Doyumsal Yoksunluk veya Frustrasyon diye de adlandırılır. Birey, doyum sağlayacak bir amaca yönelir ve ulaşamadan engellenir. Bu zorunlu geri çekilme, yeri doldurulamayacak bir eksikliktir.

      Nasıl olmasın ki? Hepimiz yaşamsal akışımız içinde bir şeyleri seçeriz veya seçtiğimizi düşünürüz. Her seçim başka bir şeylerden vazgeçiştir ve seçimlerimiz hayal kırıklığına uğrattığında, yaşamadıklarımız gölgelerden sıyrılarak pişmanlığımıza eşlik ediverir. Bu nedenle hayal kırıklığının içinde beklenti ve umutlarımızın boşa çıkması kadar; vaz geçtiklerimizin yürek ağrısı da vardır.

      Emek verdiğimiz ve ihtiyaç duyduğumuz her şey bir yoksunluğun, eksikliğin, özlemin giderilmesine yöneliktir. Bu yoksunluk duygudadır, akıldadır veya yaşamın akışı içindedir. Eksikliktir. Var olan bir eksiklik. Bu nedenle adı hayal kırıklığıdır. İçinde haksızlıklar, aldatmalar, kayırmacalar barındırır ve harcanan emeğin boşa çıkmasının yarattığı yoksunluk can yakıcıdır.  

      “Anı yaşa” deriz birbirimize. “Önce” bitmiştir, “sonra” ise henüz gelmemiştir. Ancak hayal kırıklığı içindeki kişiler için bu tarz düşünebilmek pek kolay değildir. Yaşadıklarının yarattığı hayal kırıklığı anı işgal etse de yaşama ihtimali olan ama seçmedikleri yaşam gölgeler arasından sırıtır, kızdırtır, düşündürtür… 

      Hayal kırıklığı, kader mi diyelim? Ya da hayal kırıklığından kurtulma yollarını mı tartışalım? Birincisinde insanın yaradılışına aykırı bir boyun eğme var. İkincisine gelince, gökkuşağının renklerine bürünerek dolanan umut tüccarları bunu bolca yapıyor zaten.

      Peki hayal kırıklıklarımız olmazsa nasıl tanıyacağız kendimizi?

      Ne istediğimizi veya istemediğimizi nasıl anlayacağız?

      Aklıma Adam Phillips geliyor.  Diyor ki; “Hayal kırıklığının olmadığı bir hayatı arzulamak, arzularımızı tanımlama ve gerçekleştirme potansiyeli olmayan bir hayatı arzulamak demektir.” Ne güzel. Her can acısı bize hem kendimizi hem de diğerleriyle olan doğru dansımızı öğretebilir, demek ki.

      Ancak yaşamla olan dansımız çok kalabalık. Sadece kendimizle veya ilk çemberimizdekilerle değil; toplumla, dünyayla kurduğumuz bağlar ve yaşadığımız can acıları var.

      Dünya hep mi böyleydi yoksa şimdi mi bu kadar yaramaz oldu? Şımarık bir çocuk gibi. Bizi kıran, inciten, dışarıda bırakan pek çok şey; bazı insanların doğrularını oluşturuyor. Kurdukları doğruları güçlendirirken bizim hayal kırıklıklarımızın içinde paramparça olmamıza aldırmıyorlar.  Bu durumda Nietzche’nin sözleri tam bir ilaç gibi: " Öldürmeyen acı, beni güçlendirir.” Kırıklıklarımız için önemli bir umut aşılar bize. Böylece kırıldıkça daha çok “ben” olabilme olasılığımız olur.

      Ancak hayal kırıklıklarımız, beklentilerimiz ve gerçeklerimiz arasındaki uçurumdan beslenir. Biz dünyada biricik olduğumuzu hissederiz. Tüm diğer insanlar gibi. Arzularımız, hedeflerimiz, özlemlerimiz; dünyamızla kurduğumuz ilişkinin eseridir. Hayal kırıklığı işte bu nedenle ağır bir darbedir. “Ben” ve “dünyam” var sanırken “ben” bir başına kalıverir.

      Bu “bir başınalık” acıdır ama yola nasıl devam edebileceğimizin sırrını da taşır. Bu durumda, hayal kırıklığının yarattığı kendini tanıma ve yaşamın anlamını kavrama ayrıcalığı; içinde doğmaya hazır zaferler taşıyan oldukça kalabalık “bir başınalı