EVE DÖNÜŞ

      Baba ocağıma uğramayalı tam 20 yıl olmuştu.

      Evin girişindeki yenidünya ağacını aradı gözlerim. Yoktu.

      Çok sevdiğim bu narin ağacın yokluğunu bekliyor muydum ya da hiç düşünmüş müydüm? Sanmıyorum.

      Dalları odamın penceresine doğru sarkan limon ağacının kokusunu ise dolaştığım her yerde pek çok kez duymuştum. Alakasız zamanlarda ve mekânlarda hem de. Eksi 30’larda, kıraç topraklarda, çöllerde bile.

      Ben bıraktığımda, sarı renkli olan duvarlar, beyaza boyanmıştı. Bahçe kapısı ve pencere kenarlıkları, kahverengindeydi. Ev, eskimemiş de olgunlaşmıştı sanki.

      Gözlerim bahçeye takılıp kalmış, tanıdık bir şeyler arıyordum. Ayaklarım, evin eşiğine doğru hareket etmeye isyan ediyordu.

      Cenazeye yetişememiştim. Haberi aldığımda, O veda edeli, beş gün olmuştu. Aktarmalı ve kıtalar arası uçuşların ardından eve varmam ise, ölümünün dokuzuncu gününe denk gelmişti.

      Bir sonbahar günü ayrılmıştım evden ve mevsim gene sonbahardı.

      Bu kapıyı nasıl çalacaktım?

      Kulağımda onun sesi, “cenazeme bile gelme…”. Neydi mesele? Önemli miydi?

Elbette önemliydi. “O kızı alırsan…” diye başlayan söylevler.

      Başka?

      20 yıldır düşünmediğim ne varsa, birden kafama üşüştü. Meslek seçimim, eş seçimim, isyankârlığım, her şeyi bırakıp gidişim…

      O kızı almamıştım ama yuvada da kalmamıştım. Babama göre mis gibi mesleğimi bırakıp, uzaklara yelken açmıştım.

      Hep, “köprülerim yoktu ki, yıkmak zorunda kalayım” duygusuyla yaşadım.

Arada bir annemi aradığım olurdu. Sadece sesini duymak ve iyi olduğunu anlamak için arardım. Sözcüklerinin gölgesinde babamın da iyi olduğunun izini arardım. Kısa konuşmalardı bunlar. Yaşadığım ülke sıkça değiştiğinden, telefon numaralarım da değişirdi ve ben onu her defasında başka bir yerden arardım. Sabit bir telefon numarası bıraksam, ararlar mıydı, “gel” derler miydi? Bilmiyorum.

     

      Bu kapıyı nasıl çalacaktım?

      Limon ağacını görmek istedim birden. Bahçeyi dolanarak, evin arka tarafına geçtim.

      Eski dostumun dalları limon yüklüydü. Tanımadığım küçük bir zeytin ağacı ile sarmaş dolaştı. Hem aynı hem de farklıydı arka bahçe. Hem tanıdık hem de yabancıydı. Bir köşede sardunyalar özgürce serpilmiş, diğer köşede gül damlaları ben bıraktığımdan beri azalmış görünüyorlardı. Çocukluğumun muhallebilerindeki gül damlası tadını almak için, okşadım çiçeğin yapraklarını ve eskiden yaptığım gibi parmaklarımı kokladım.

      Mutfağa açılan arka kapı aralıktı. Açıp girsem, “anne ben geldim” desem?

20 yıl önce yaptığımız veda, açık olsa da bu kapıdan giremeyeceğimi fısıldadı bana. Hakkım olmayan bir davranış olurdu bu. Üstelik yabancı sanıp, korkabilirdi annem.

      Yoksa yabancı mıydım?

      Ön kapının önünde buldum kendimi. Dışarda kalmaya duyduğum istek, içeriye girme arzumun üstünde değildi. “Cesaret” dedim kendime. Ve eskiden bozuk olan zile bastım. Yüksek volümdeki kuş sesini dinledim ve zile bir daha bastım. Bana doğru gelen aceleci adım sesleri ile kalbimin gümbürtüsü karışmış gibiydi. Ve kapı açıldı. Gece karası saçlarına ak düşmüş, gözlerindeki yeşil ışıktan bir şey kaybetmemiş, ufacık bir kadın açtı kapıyı. Annem. Yüzünde güneş açarken, sarıldı bana.

      “Seni bekliyordum oğlum” dedi.