Serpil ablam, hatırladığım ilk cinayetimin failidir.

      Tuhaf mı geldi yoksa, faili dedim. Evet, cinayeti ben işledim ama sorumlusu o, faili o işte…

      Anlamadınız değil mi? Serpil ablam, bizim komşumuzdu. Annemle günde iki defa görüşürlerdi. Beraber kahve içerler ve sürekli konuşurlardı. Bazı akşamlar, biz Serpil ablalara giderdik, bazen onlar gelirdi. Beraber yemek yerdik.

      Serpil abla ile eşinin çocuğu yoktu ve ikisi de benimle çok ilgilenirlerdi.  Bana sıkça armağanlar alırlar, bazı akşamlar kordon boyuna gezmeye götürürlerdi.

Bir gün içimden dedim ki, “keşke annem Serpil abla olsa”. Sonra bir tuhaf oldum ve koşarak annemin güvenli kucağına sığındım. “Koca adam oldun, Cem” dedi annem, bana sarılarak. “Hâlâ kucak istiyorsun”. Kokladım onu ve mahalledeki çocuklarla oynamak için sokağa çıktım. Sonra canım birden Serpil ablamı görmek istedi. Alıç reçelli kurabiyelerini mi Serpil ablayı mı özledim bilmem ama birden oyunu bırakıp onun evine doğru yöneldim. Arka tarafta mutfak kapısı. Serpil ablalar gündüz o kapıyı kilitlemezler. Bilirim. Defalarca bu kapıdan girdim, hellimli çörek, kurabiye ve şekerleme yedim.

      Usulca kapıyı açtım ve mutfağa girdim. Tezgâhın üstünde duran kurabiyelerden birini ağzıma attım, diğerini de elime aldım ve sofaya doğru ilerledim. Bir taraftan ağzımdaki kocaman kurabiyeyi çiğnerken, diğer taraftan yere kırıntı dökmemeye çalışıyordum. Elimde kurabiye, ağzımda yutulmak üzere bir başka kurabiye, sofanın girişinde kalakaldım. Serpil abla, babamın kucağında. Denize gidecekmiş gibi giyinmiş ikisi de.  Dikkatimi, kurabiye kırıntılarını yere dökmemeye verdiğimden mi nedir, boğazıma kaçan kurabiyenin beni önce öksürttüğünü sonra da kusturduğunu fark etmeden, onlar beni gördü. Serpil abla odadan kaçarken babam yanıma geldi ve “gördüklerini unut” dedi. “Erkekler arasında bir sır, anlaştık mı?”

      Gerisin geriye eve döndüm, annem telaşlı, “n’oldu yavrum” dedi, “üzerine kusmuşsun, ne dokundu sana?”

      O yaşta, tek başıma giyinebilirdim, banyo yapabilirdim hatta teflon tavada yumurta bile pişirebilirdim ama annemin beni temizlemesine, banyoya sokmasına, temiz bir şeyler giydirmesine ses çıkarmadım.

      O bana domatesli pirinç çorbası yaparken, onu sessizce seyrettim. Sonra Serpil abla geldi. Kahve içmeye. Dikkatle bana baktı. Ben ona bakmadım. Bana baktığını gördüm ama ona bakmadım. Durduğu yerde yoktu çünkü. Olmayan birini göremezsiniz değil mi? O zaman, Serpil ablanın artık olmadığını, bir şekilde öldüğünü anladım. “Anne” dedim. “Dışarı çıkabilir miyim, arkadaşlarım bekliyor”.

      Babamı öldüremezdim. Beraber top oynadığım, kovboy filmleri izlediğim, eve biraz gecikse, pencere camından yolunu gözlediğim babama hayrandım. Ama akşam olup eve geldiğinde, babamın sol ayağı yerinde yoktu. Tek ayakla düzgünce yürüdüğünü fark ettiğimde şaşırdım. Ne babam ne de annem, olmayan ayağı görebildi. Bir tek ben. Babam bana sarıldı ve gerçek deriden aldığı voleybol topunu verdi. “Ortak” dedi, göz kırparak. Sonra oynamamızı önerdi. Olmayan ayağına baktım ve “peki” dedim. Günlerce, üzüldüm babamın ayağı yok diye. Ben üzülür, yas tutarken, o her sabah koşuya çıkmaya devam etti. Babamın ayağının öldüğünü de böyle anladım.

      Onlar mahalleden taşınana kadar ben Serpil ablaya bir daha hiç bakmadım. Kurabiyelerini de yemedim. “Sevmem” dedim. O kadar bir ölüydü ki artık, bize geldiklerinde bile onu görmüyordum ve bir gün gelmekten vazgeçtiler. Sonra da başka mahalleye taşındılar. Sonradan, faili olmadığım ilk cinayetimin Serpil abla olduğunu anladım.  

      Tahmin edeceğiniz gibi, babamın ayağını bir daha göremedim ve onun ayak izlerini takip etmekten çok çabuk vazgeçtim. O yaralı ve sakattı. Bana eşlik edemezdi. Ona acıyordum sadece. İşte babama güvenimi ve yoldaşlığını böyle kaybettim. Bu bir cinayet mi, sanmıyorum. Çünkü onu hala görüyorum. Bir ayağı yok ama o bunu bilmiyor.

      Sonraları pek çok cinayete karıştım. Doğrusu ben hiçbir şey yapmadım. Ama bir şekilde onlar kendilerini öldürdüler veya sakat bıraktılar.

      Çalıştığım şirkete çok bağlıydım örneğin. Kaç yerden iş teklifi almış ama gitmemiştim. Patronum bana “oğlumsun” derdi ve herkese böyle tanıtırdı. Şirketin beyni olduğumu da sıklıkla dile getirirdi. Sonra bir gün, oğlu, eğitimini bitirip yurt dışından döndü. Ona işi öğrettim. Kardeş gibiydik. Ve bir akşam patronum beni yemeğe çıkardı. İkimiz baş başa. Oğlu gelmeden önce, arada bir yaptığımız gibi. Güldük, eğlendik sohbet ettik ve yemeğin sonunda bana çok teşekkür etti. Oğluna işi öğrettiğim ve bu kadar yıllık emeklerim için, elime de yüklüce bir çek tutuşturdu.  Artık bana ihtiyacının kalmadığını ama yeni bir iş bulmama yardım edeceğini söyledi. Bu arada ben, dosyaları oğluna devredebilirmişim. Bana bulacağı yeni işe geçmeden önce. Her zaman yanımda olacağını, dostluğumuzun süreceğini de  ekledi. Ona baktım ve artık onu göremiyordum. İçimdeki kuş, kanatlarına sadakatimi kondurmuş, son sürat uzaklaşıyordu. Yüreğimin üşümesini durdurmak için, öfkemi iş başına getirdim. Öfkem işe yaradı, hâlâ da yarıyor doğrusu.

      Dosyaları devretmedim bu arada, hepsini sildim. Sadece dosya başlıkları kaldı. Sadakatimi kaybetmiştim ama yeni uyanan kindar tarafımın dökmek istediği kanı, ölmek üzere olan vicdanımın yardımıyla yaptım. Benden sonra çalışacak oğluna bırakacağım dosyaları sildim. Dosyaların içine yemek ve kokteyl tarifleri yerleştirdim. Ama dosya adlarına dokunmadım. Üç yıla yakın bir sürede kurduğum sistemi, dakikalar içinde yok ettim.

      Boş dosya adlarını bırakarak  ayak izlerimin gölgelerini takip edebilme şansını sunmuştum patronumun oğluna. Bir baba gibi.

      Bu cinayetin aklımda kalma sebebini anladınız, sanırım. Vicdanımın sustuğunu, sadakatin gereksiz olduğunu, kendimden başka güveneceğim kimsenin olmadığını fark ettiğim zamana denk geliyor. Yani, öldürmek, kaybetmek doğal olmaya başlamıştı bu noktada. Patronumu bir anda alt üst etmiştim. Okul bitiren oğlunun tecrübesizliğiyle iflasa doğru sürüklenmesini keyifle izlemiştim. Vallahi hiç acımadan, ne yalan söyleyeyim?

      Bugünkü gücüme ulaşmadan önce, bir sevgilim vardı. Onun yanında kendimi iyi hissettiğimi hatırlarım. Daha yumuşak olurdum. Bana şefkat gösterir ve gelecek planlarımı dinlerken kaşlarını çatardı. Sonra ayrılmak istedi. Güya ben değişmişim. Bu değişik adamla yaşamak istemezmiş. Ben onu bin parçaya böldüm. Öyle ki toparlanmak için önce psikologlara gitti. Sonra arkasına bakmadan, benim olmadığım yeni başlangıçlara yelken açtı.

      Bu yenilgiden sonra hayatımdaki pek çok insana ve yaşamsal duygularıma isyanım arttı. Aileme, çalışanlarıma, faydalanmak istediğim politikacılara…Hasat bekleyen bir buğday tarlasını  kesiyor, biçiyor, balya haline getiriyordum. Her bir balya, bir yok oluşu simgeliyordu. İyi olmakmış, vicdanlı davranmakmış, sözünde durmakmış, sadakatmiş, dürüstlükmüş… hepsini ölürdüm ve yerine güç ve acımasızlığı koydum.

      Anladınız değil mi? Çok güçlüyüm. Çok zenginim. En güzel kadınlar, evler, arabalar bendedir. Ve çok kolay dürüstmüş, iyiymiş, cömertmiş, sadık ve inançlıymış gibi davranabiliyorum. “Gibi” davranmak, imparatorluğumun en güçlü kalesidir, anlayacağınız.

Kaybettiklerim bunlar ama inanın ki hiçbirini ben öldürmedim. İşlenen tüm suçların failleri, cinayetlerin kurbanlarıdır. 

edebiyathaber.net (23 Ocak 2024)