Almanya’daki kritik seçimler pazar günü gerçekleşti. İlk bakışta , kamuoyu araştırmalarında beklenen sonuçlar ortaya çıktı.

Sosyal Demokrat Parti (SPD) öncülüğündeki koalisyon hükümetini oluşturan üç parti de hezimete uğradı.SPD 3,5 yıl önce birinci parti iken bu kez yüzde 16 civarındaki oyla tarihinin en kötü sonucunu alarak ancak üçüncü parti olabildi. Zaten başbakan Olaf Scholz da sonucun “çok acı” olduğunu söyleyerek sorumluluğu üstlendiğini, olası bir koalisyon hükümetinde de yer almayacağını açıkladı.

Seçimin galibi, daha doğrusu birincisi, yüzde 30’a yaklaşan oyla ana muhalefet Hristiyan Demokratlar oldu.

Ama bu bir zafer değil.  Buruk bir sevinç.  Gerçi bir önceki seçime göre oylarını yüzde 4,3 oranında artırdılar ancak geleneksel olarak yüzde 30’ların çok üstünde oy alan Hristiyan Demokratlar artık sistemi domine edemeyecek pozisyonda.

Muhtemelen, geleneksel rakipleri sosyal demokratlarla koalisyon yaparak hükümet kurabilecekler.

Seçimin asıl galibi, yüzde 21’e yaklaşan oyuyla ana muhalefet olmayı garantileyen AfD. Sonuçlar AfD için zafer niteliğinde. Tabii bu zafer Almanya’da ikinci dünya savaşından sonra kurulan demokratik sistem için ciddi bir tehdit. İlk kez aşırı sağcı, sistem karşıtı, özünde Nazi sempatizanı bir parti bu kadar güçlenmiş durumda.

Bugüne kadar, Alman siyasetini, merkez sağdaki Hristiyan demokratlar ile merkez soldaki sosyal demokratlar, çoğunlukla yüzde 30’ların üzerinde oy alarak, ya birinci ya da ikinci parti olarak belirliyorlardı.

Ne var ki bu sonuçla merkez karşıtı AfD ikinci parti olarak ana muhalefet konumuna yerleşti ve sistemin merkez kaç kuvveti haline geldi.

Bu nedenle, sistemin iki temel partisi beklendiği gibi koalisyon oluştursa bile, ki bunun da zorlukları olduğu söyleniyor,  ana muhalefet AfD’nin yükselişini durdurabilecekleri şüpheli.

Çünkü Alman siyasetinde ana muhalefet olmak önemli: Daha fazla konuşma olanağı, görünürlüğü artırma, meclisteki önemli komisyonların başkanlığı üstlenme, devletten daha fazla mali destek alma gibi bir dizi avantaj getiriyor.

AfD’nin, Trump yönetiminin de uluslararası desteğini alacağı düşünüldüğünde, hem Almanya’da hem AB’de aşırı sağcı, yabancı düşmanı popülist rüzgara ivme katabileceği öngörülebilir.

Uluslararası güç dengelerinin yeniden oluştuğu, belirsizliklerin arttığı, ekonominin tökezlediği bir konjonktürde, olası bir merkez sağ ve sol yeni koalisyon hükümetinin başarılı olamaması durumunda, ana muhalefet AfD’nin bir sonraki seçimlerde iktidara gelebilmesi uzak bir ihtimal değil

O yüzde belki de Almanya’da saatler 12’ye 5 kalayı gösteriyor olabilir.