Barış Harekâtı’ndan sonra Kıbrıs’a ilk ziyareti “fethin kahramanlarından olan” Bülent Ecevit yaptıydı. Koalisyon Ortağı Erbakan Hoca’ya bu attığı ilk kazık değildi. Neyse ki bir süre sonra da Necmettin Erbakan geldiydi ziyaretimize.
O GÜNLERİ açık seçik anımsarım. Toplum olarak ikilemleri yaşıyorduk. Şöyle ki bir yanımız hüzündü, öte yanımız sevinç…
HÜZÜN vardı çünkü Güney’den ardı arkası gelmeyen, geldikçe de artıp kabaran bir göç dalgası gerçekleşiyordu.
Güney’deki Türk ahali canını kurtarmak için evini, malını, eşyalarını, kısaca sahip olduğu ne varsa hepsini de arkasında bırakarak sadece canını kurtarmak için “canhıraş bir kaçışla” Kuzey’e sığınıyordu.
AYNEN benzer bir kaçış da Kuzey’deki Rum ahali tarafından gerçekleşiyordu.
Kısaca bu “büyük göçler” Kıbrıs’ın siyasi ve topografik yapısını değiştirerek, Kuzey’deki Rumlar Güney’e Güney’deki Türkler ise Kuzey’e yerleşiyorlardı.
VE ARTIK “göçmenler” olarak ifade edilen her iki halka mensup Türk ve Rum Kıbrıslılar, sahip oldukları tüm mal varlıklarını kaybettikleri için bu kez de göç ettikleri yörelerde terk edilen “taşınır taşınır taşınmaz malları” gasp etmek zorunda kalıyorlardı.
Sonraları yıllar boyu sürecek, daha sonra şekil değiştirerek “rant ekonomisi” halini alacak “ganimet” adıyla tarihe kazınmış bu yağma; bir süre sonra askeri ve polisiye tedbirlerin devreye girmesiyle de hitama erecekti.
***
ŞİMDİ HATIRLIYORUM da Kıbrıs Türk halkı herhalde “sevinçle hüznü” hiç bu kadar bir arada yaşamadıydı zaten olanlar eşyanın tabiatına aykırı ve olağanüstüydü.
NİTEKİM daha savaş tamtamlarının sesleri henüz dinmediydi ki Barış Gücü askerleri gözetiminde gruplar halinde sürekli Kuzey’e göç eden Güney’deki Türk ahali bu kez de “yeni yerleşim bölgelerinin tercihleri” ile karşı karşıya kalıyorlardı.
Ki hemen her gün otobüsler dolusu Güney göçmeni kendilerine ayrılan Rum’un terk ettiği yeni yerleşim yerlerine götürülüyorlardı ama beğenmiyor köy köy, yöre yöre , yok şurası yok burası olsun isteklerinde “iskân ve rehabilitelerini” zora sokuyor, Rum’un terk ederken arkasında bıraktığı köylere kasabalara burun kıvırıyorlardı. Çünkü kendilerine yeni yerleşim yerleri için tanınmış “seçme haklarını” bir nedenden dolayı kullanamıyorlardı, anlatayım:
***
DÖNEMİN İSKÂN BAKANI İsmet Kotak’tı. Bu kargaşalı tartışmalı yer beğenme-beğenmeme olayları karşısında bunalıma giriyor, günde bir kutu diyazem içecek duruma geliyordu. Peki, neydi Güney’den gelen göçmenlerin yerleşmek istedikleri yer? Maraş.
Ki O ZAMANKİ kurumu ve kurulumu ile doğrusu iştah kabartmaması mümkün değildi. Çok katlı binaları, hepten asfalt yolları, okulları, evleri, villaları, dükkânları, mağazaları ve en önemlisi sahillerindeki gökdelenleri, otelleri ile Maraş, zaten bırakın Kıbrıs’ı, Ortadoğu’nun da inicisi gibiydi!
VE sadece Güney’den gelen Türk göçmenlerin değil, hemen herkesin iştahını kabartıyordu. Sonuçta kendimizden bile kıskandığımız, kimselerin kimselerle paylaşmaya yanaşmadığı Maraş dikenli tellerle çevriliyor, yasak bölge ilan ediliyor ve bugünlere kadar gelecek kadersizliğine terk ediliyordu ki işte şimdilerde “açtık” dedikleri bir mahallesi o Maraş’a aitti!
***
Ecevit Barış Harekâtından sonra Kuzey’i ziyaret ederken bir yandan da bu toplumsal devinim ve travmalar yaşanıyordu. Mağusa’ya uğradığında Namık Kemal Meydanı’ndaki bir kahvehanenin önüne konan hasır sandalyenin üzerine çıkarak kısa bir konuşma yaptıydı. Zaten Koalisyon ortağı Erbakan ile başı dertteydi ki “Karaoğlan Ecevit” efsanesine bir de “Kıbrıs Fatihi” unvanı eklenerek “ulusal kahramanlar” payesine ulaştırılmışlardı.
Galiba hep öyle oluyordu ama: Önce ilahlar yaratılıyor, sonra bu yarattıklarını ya asıyorlar ya hapsedip gözlerden uzaklaştırıyorlar ki… Nitekim az zaman sonra da Erbakan Hoca’yla paylaşamadıkları “Kıbrıs Fatihi” payesinden dolayı Ecevit’li CHP ile Refah Partisi koalisyon hükümeti dağılmış, Kıbrıs sorunu da o günlerden bu günlere gelene dek onca siyasi değişimlere karşın hâlâ “çözüme muhtaç” oluşu ile devam eden müzmin bir siyasi hastalık olarak kalmıştı.
NEDENSE ne zaman Kıbrıs Barış Harekâtı’nın yıldönümü kutlamaları söz konusu olsa aklıma 1974 fethi sonrasının işte şu yukarıdaki aksak olaylara takılır. Üstelik esefle! Çünkü ayni tarihi zaman diliminde Kuzey’den Güney’e kaçan Rumlar bizim gibi olmadılar. Olmadıklarının ispatı “İşte Güney orada” dediğimizdir.
***
YUKARIDA YAZDIKLARIMI Sn. Erdoğan’ın KKTC’yi ziyareti dolayısıyla hatırladım. Türkiye’ye elbet minnet borcumuz vardır. Bizi askeri darbeler döneminde bile yalnız ve çaresiz bırakmadı. Kıbrıs’ı “ulusal davası” olarak da bugünlere kadar taşıdı. Hem de Amerika’sından BM’ye, AB’nin Ada’daki Türk halkına yönelik hainliklerine karşın. Dolayısıyla evet, Türkiye bizim anavatanımızdır ve güveneceğimiz bir başka anavatanımız da yoktur.
DEDİKTEN sonra az biraz da Sn. Erdoğan’ın dünkü ziyaretine değineyim. Ki önümüzdeki günlerde ayni zamanda vaat edilenlerin kuvveden fiile geçtiklerini de göreceğiz. En başta “elektrik akımının TC’den kaplo ile KKTC’ye aktarılması sözü!” Ki hiç unutmuyoruz: Sn. Erdoğan ayni zamanda bizi T.C.’den akan suya da kavuşturdu. Şimdi sırada “elektrik akımı” var. Erdoğan “Söz” dedi ve olayı “İlk hedef” olarak belirledi.
NE VAR Kİ bir yandan da hem sevinç hem de esefle yazıyorum: “Daha ne istiyoruz ki?” Yıllardır grak dedik mi su gruk dedik mi et veren Türkiye’dir.
Buna karşın belki siyasi çözüm açmazları nedeniyle olacak, yeterli kalkınma performansı gösteremiyoruz ama. Eğer isteseydik onu da başarır mıydık bilmiyorum. Nitekim 1974’den sonra Kuzey’i bir baştan bir başa imar iskan alanına dönüştürdüğümüz görünür bir gerçektir.
FAKAT bir Güney olamadık. İşte Girne Limanı. Ne diyoruz? Keşke restorasyonuna hiç başlanmasaydı… Hâlâ işlerimiz ya hey!