Varoluşçuluk felsefesinin öncülerinden birisi olan Jean Paul Sartre’a göre “Varoluş özden gelir.” Yani insan önce var olur, özünü de zaman içerisinde acılara katlanarak, kendini gerçekleştirerek, eylemlerde bulunarak oluşturur. İnsanın tüm amacı, bireyleşerek kendi benliğe ulaşmak ve özgürleşmektir.
Öte yandan insanın varoluşunu gerçekleştirebilmesi için yaşadığı zorlukların doğa ile özdeş bir işleyişe sahip olduğunu düşünüyorum. Doğadaki gece – gündüz, aydınlık-karanlık, yağmur-güneş, deniz-toprak, güçlü-güçsüz, soğuk-sıcak gibi çatışmalar akla getirilebilir. İnsan, kendini kimi zaman her ne kadar doğanın üstünde görse de aslında doğanın bir parçasıdır. Bu nedenle doğadaki çatışmalarla benzer olarak insanın da kendi özünü yaratma sürecinde birçok varoluşsal çatışmalar içerisinde kaldığı söylenebilir.
Şair Hüseyin Bahca’nın ikinci şiir kitabı olan İlânihaye’ye bakıldığında bireyin var olabilmek, bireyleşebilmek için yaşadığı varoluşsal çatışmalar göze çarpmaktadır. Öyle ki Şair, kitabın ithaf kısmında şu ifadelere yer vermiştir: “Birey olmaya çalışanlara ve 24. yaşıma”. Bu yazımda Hüseyin Bahca’nın adı geçen kitabını bu bağlamda incelemeye çalışacağım.
1. Zamansal çatışma: Geçmiş ile şimdi
Kitabın ilk bölümü olan “Aile: Paranoyak Bir Soyağacı”nda yer alan şiirlere bakıldığında şairin, psikanalitik bir yaklaşım sergileyerek, geçmiş ile şimdi arasındaki varoluşsal çatışmayı ele aldığı görülmektedir.
Şairin bireyleşebilmesi, kendi değerlerini ve değer yargılarını savunabilmesi ölçüsünde gerçekleşebilmektedir. Ancak geçmişte yaşananlarla şimdi arasındaki çelişki ve geçmişin geçmiş olarak kalamaması aslında geçmişin yokluğunun da göstergesidir. Geçmişin geçmiş olabilmesi için geride bırakılabilmesi gerekir. Şimdiye ulanan geçmiş varlığından ödün vererek şimdileşmektedir. Bu durum da varoluşsal çatışmalara yol açmaktadır.
Adı geçen bölümdeki ilk şiirde şairin, babasıyla arasında olan çatışmayı geçmişte yaşananların etkisini sürdürmesi bağlamında anlattığı görülmektedir.
“gri bir istasyondan kalkıyoruz
Yaşadıklarımızı tekrarlama yolculuğuna
Babam, geçmeyen geçmişi zımparalayıp boyuyor
Eğrelti dilinde; bencil hafıza, bilindik düşkıran
Senaryolar üretiyor yarı-kalabalık vagonda
İlk halini izlemeye başlıyorum karın
Belki işe yarar diye suskunluğum- olmuyor
İnceliyor rayların cızırtısı
Buzlanan camlar hiç zorlanmadan yutuyor iki dilli küfürleri
Buğulanıyorlar – bense çocukluğumu yutkunuyorum
…”
Yukarıda verilen dizelere bakıldığında şairin babasıyla olan çatışmasının geçmişin yaralarından oluştuğu dikkat çekmektedir. Şiir, “gri bir istasyondan kalkıyoruz / yaşadıklarımızı tekrarlama yolculuğuna” dizeleriyle başlamaktadır.
İstasyonun gri olması belirsizliği, arada kalmışlığı çağrıştırırken, trenin yaşananların tekrarlandığı bir yolculuğa çıkması da geçmiş ile şimdi arasında yaşanan gerilimi ortaya koymaktadır.
Şiirin devamında ise şairin babası geçmeyen geçmişi zımparalayıp boyamakta, düş kırmakta, senaryolar üretmektedir. Geçmişin zımparalanıp boyanması bu eylemi gerçekleştiren kişiye zanaatkar kimliği verirken, bu kimlik ise çocuğun ruhunda yaralar açan bir düşkırana dönüşmektedir.
Şiir, trenin yolculuğuyla birlikte devam ederken, şairin içindeki çocuk sustukça rayların cızırtısı incelmektedir. Cızırtının giderek incelmesi rahatsız ediciliğinin üst düzeye çıktığını da ortaya koymaktadır. Yukarıda verilen dizelerin son bölümünde ise iki dilli küfürlerin buzlanan camlar tarafından yutulduğu, şairin de çocukluğunu yutkunduğu dikkat çekmektedir. Yaşanan olayın yalnızlaştırıcı ve üşütücü ruh durumu, camların buzlanmasıyla da bağlantılıdır. Şairin çocukluğunu yutkunması ise psikanalitik bir yaklaşım sunmaktadır.
Bu şiirde genel olarak şairin babasıyla olan çatışması aslında babanın geçmiş ile şimdi arasındaki çatışmasından kaynaklanmaktadır. Geçmişi zımparalayıp duran baba bu çatışmayı yaratırken, şair de geçmişte yaşadığı bu durumu dile getirerek aynı çatışmayı sürdürmektedir.
“omuzumun oyuğuna alıyorum küçük bir narı – sakinleşiyor
bir nebze de olsa omurgamdaki dehşet – saat 03:47
dalların ve yaprakların sessizliği berraklaştırıyor
avlunun sokağa bakan manzarasını
kabuğundaki sololarla olgunlaşıyor
çocukluğunun bitiğini anlayan nar, bir aşamadan bir aşamaya
geçmem gerektiğini kabullendirerek
bir gün geri getirmek kaydıyla öldürüyorum çocukluğumu”
Kitabın aynı bölümündeki üçüncü şiire bakıldığında şairin burada da ruhundaki yaralı, parçalanmış çocuklukla yüzleştiği söylenebilir. Şiirin ilk dizelerinde şairin omurgasındaki dehşetin omzunun oyuğuna koyduğu nar sayesinde biraz olsa da sakinleşmesi onun onlarca tanesi olan ve parçalanmışlığı çağrıştıran nar ile özdeşlik kurması yoluyla gerçekleştiği yorumuna gidilebilir.
Omurganın dehşet içerisinde olması durumuna bakıldığında ise şairin bireyleşme yolunda üstündeki yüklerin omurgasında ağır yaratması söz konusudur. Şiirin son bölümlerinde ise “kabuğundaki sololarla olgunlaşıyor / çocukluğunun bitiğini anlayan nar, bir aşamadan bir aşamaya / geçmem gerektiğini kabullendirerek // bir gün geri getirmek kaydıyla öldürüyorum çocukluğumu” dizeleri yer almaktadır. -Bu durum Edip Cansever’in “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk / hiçbir yere gitmiyor” dizelerini de akla getirmektedir- Bu durum da şairin çocukluğunun yani geçmişin yaralarından dolayı güçsüz kalması yerine başka bir aşamaya geçmesinin söz konusu olduğu kanısındayım. Şair, son dizede ise çocukluğunu öldürmeye karar vermektedir. Bu karar şiirin sonuna kadar şairin geçmiş ile şimdinin varoluşsal çatışması içerisinde kaldığını göstermektedir. Şair, bireyleşebilmek için geçmişten kopma isteğindedir.
“yalnızım: kımıldayamıyorum tanık-sözcü koltuğundan
devinen düşünceler içyargı eleğinde eleniyor
dışadönük cümleler hazırlıyorum hümanizmi bırakmadan
dün olanların bugün olmamasına, yarına sıçramamasına”
İlânihaye’nin “Gündüz: Boşluk Yaratan Karartma” adlı bölümünün ilk şiirinden alınan yukarıdaki dizelere de bakıldığında şairin ruhsal bir savaşım içerisinde olduğu göze çarpmaktadır. Burada da geçmişte yaşananlarla şimdi arasında çıkmazda kalan şair, kendini tanık-sözcü koltuğunda ve yalnız hissetmektedir. Tanık-sözcü koltuğunda olmak yaşanan üzücü olayların şahidi olmak anlamına gelmektedir. Şair, yaşananları düşündükçe bu düşüncelerini içyargı eleğinden geçirmekte, kendini de yargılamaktadır.
Kendini yaratma yolculuğunda olan birey içe dönük yaralarına rağmen dışa dönük cümleler hazırlama ve insanlığa olan inancını kaybetmeme savaşı vermektedir.
Bunu yaparken de dün olanların bugün olmamasına ve yarına sıçramamasına odaklanmaktadır. Öyle ki geçmişi de geleceği de yaratan şimdidir. Burada da şairin bireyleşebilmek, varoluşunu gerçekleştirmek için geçmiş ile şimdinin varoluşsal çatışmasını yaşadığı gözlemlenmektedir.
2. Birey-toplum çatışması
İlanihâye’de görülen varoluşsal çatışmalardan birisi de birey-toplum çatışmasıdır.
Belli bir çevrede dünyaya gelen çocuk, “dünyaya fırlatılmışlığın” yalnızlığıyla kendi özünü yaratmaya çalışırken, hem ailesiyle hem çevresiyle hem de coğrafyasıyla yüzleşmektedir.
Düşünme yetisinin bireyin tüm hayatını etki altına alması onun, ailesinin ve içerisinde yer aldığı toplumun değerlerini ve değer yargılarını da sorgulamasını beraberinde getirmektedir. Ailesinin ve toplumun değer ve değer yargılarıyla çatışan birey kendini dünyada kimi zaman yalnız ve boşlukta hissedebilmektedir.
“Perdeleri dünyaya kapalı
ganimet bir evde büyüyorum
sesler çatlaklara sinerken”
Kitabın “Gündüz: Boşluk Yaratan Karartma” bölümünün üçüncü şiirine bakıldığında şairin burada birey-toplum çatışması içerisinde olduğu dikkat çekmektedir.
Şair, perdeleri dünyaya kapalı, ganimet bir evde büyümektedir. Kıbrıs’taki kanlı çatışmaların ardından Kıbrıs’ın güneyinde olan Kıbrıslı Türkler kuzeye; kuzeyde olan Kıbrıslı Rumlar da güneye göç etmek ve oradaki evlere yerleşmek durumunda kalmıştır. Bu yeni evler, savaş sonrası ganimeti olarak da değerlendirilmektedir. Şairin perdeleri dünyaya kapalı ganimet bir evde büyümesi, KKTC’nin dünya ülkeleri tarafından tanınmamış olmasını ve toplumun ganimet evlerde yaşamasını çağrıştırmaktadır.
İki toplumun bir arada yaşayabileceği barış günleri savunan şairin politik duruşu, toplumun ve ülkenin yaşantısıyla bir çatışma içerisindedir.
“tırnaklarımı uzatıyor güncel-tarih
gerçekte dolandıran bir labirentteyim
hırgür, kutuplaşmalar, kimlik savaşları
herhangi bir yanılsamaya düşmeden
tırnaklarımla kesiyorum tırnaklarımı”
“Gündüz: Boşluk Yaratan Karartma” bölümünün beşinci şiirinde şair, toplumsal sorunlara işaret ederek, güncel tarihin tırnaklarını uzattığı belirtmektedir. Gerçek ile gerçekmiş gibi gösterilen çatışma, birey ile toplum arasındaki çatışmayla birliktedir.
Şair, güncel tarihin ve toplumun hırgür, kutuplaşmalar, kimlik savaşları içerisinde olduğuna dikkat çekerek, bir birey olarak olmasını istedikleriyle toplumun bir üyesi olarak yaşadıklarının çatışması içerisindedir.
“yıldızlar köşe-kapmaca oynuyor
zifiri karanlığın kollarında
soyutlanıyorum ismimden ve yakın tarihimden – şimdilik
zaman yalın bir sonsuzluk
kristalleşen”
Kitabın “Maki: Kurak Resital” bölümünün üçüncü şiirinde de birey-toplum çatışmasını yakın tarihin olayları bağlamında yaşadığı görülmektedir. Şairin durduğu yerde yıldızlar, zifiri karanlıkta köşe kapmaca oynamaktadır. Bu durum şairin içindeki karanlığın bir dışa vurumudur.
Şiirin devamında ise şair isminde ve yakın tarihinden soyutlanmaktadır. Şairin kendini soyutlaması aslında kimliğinden uzaklaşması ve kimlik çatışmalarıyla savaşması şeklinde düşünülebilir.
3. Erotik varoluş ile yarım kalmışlığın çatışması
Kitabın kurgusunda “Gündüz: Boşluk Yaratan Karartma”nın ardından “Gece: Karatmanın Kaçış Kapısı” bölümü gelmektedir. Bu durum da şairin gündüzün kaotik ortamında geceye ulaşarak kaçabileceğini düşündürmektedir.
Bu bölümdeki şiirlere bakıldığında çelişki de ortaya çıkmaktadır. Bölümün bazı şiirlerinde erotizm, bireyin varoluşunu sağlaması açısından önemli bir yerde dururken, bir başka şiirde ise yarım kalmışlık okuru karşılamaktadır.
“ten uyumundan ziyade ruh uyumudur varlığın, parfümün
deniz-tuz yosun, esmerce konuşuyor karşı konulamaz dehan
yükseliyorum, yaz yağmurları yağıyor memelerime
çatlak dudaklarından
…
dünyaya az biraz tahammül edebiliyoruz böylece”
Kitabın “Gece: Karatmanın Kaçış Kapısı” şiirinden alınan yukarıdaki dizelere bakıldığında şairin, varoluşsal çatışmalardan erotizm yoluyla uzaklaşabildiği ve içindeki boşluğu bir başkasıyla tamamlayabildiği yorumuna ulaşılabilir.
Şairin karşısındaki kişiyle olan uyumu tensel bir uyumdan çok ruhsal bir uyumdur. Bu uyum da bireyi yalnızlığından uzaklaştırmaktadır. Şiirin son dizesinde ise “dünyaya az biraz tahammül edebiliyoruz böylece” ifadeleri yer almaktadır.
“gecenin akustiğinde iki hayaletiz
ateşimizle kutsuyoruz varlığımızı
yükseldikçe kopuyor dünya
saatiyle bağımız
…
uçuyoruz: zamansızlığın saflığında – telaşsız”
Gece: Karatmanın Kaçış Kapısı” bölümünün üçüncü şiirinde de erotizmin varoluşsal açıdan önemli bir rol oynadığı dikkat çekmektedir. Şair, sevgilisiyle birlikte olduğu sırada nesnel gerçeklikten ve dünya saatinden kopmakta, yeni bir gerçeklikle tanışmaktadır. Tüm kurallar, bu an içerisinde yürürlükten kalmaktadır.
“yarı buçuk uyanıyorum uykularımdan
her köşede lacivert gölgeler – zaman tıkırtıları
tanıyamıyorum uyandığım yatakları
içeriğini dağıtıyor rüyalar
her şey yarı-buçuk, belirsiz (iç büken
bir işkencedir belirsizlik)
yarı çıplak, gece mavisi, etken
ulantı bir güne başlıyorum – yarım yamalak
karabasanlar bile uyurken”
Şair, “Gece: Karatmanın Kaçış Kapısı” bölümündeki birçok şiirinde erotizm yoluyla yalnızlıktan ve varoluşsal bunaltıdan uzaklaşırken, aynı bölümde yer alan Yarımiyet şiirinde ise yeniden boşluğa düşmektedir.
Şairin içindeki yarım kalmışlık, uykularının yarıda kesilmesiyle de bütünleşmektedir. Bu durum da şairin erotizm yoluyla bunaltıdan kaçma durumu ile yarım kalmışlık arasındaki yaşanan varoluşsal çatışmayı göstermektedir.
4. Birey – kent çatışması
İlânihaye’de dikkat çeken çatışma unsurlarından birisi de birey-kent çatışmasıdır. Kıbrıs’ın kuzeyinde Mağusa bölgesinde yaşayan, gözlemlerini bu kent içerisinde yapan ve varoluşunu bu şekilde gerçekleştiren şair, bu kentte yaşanan sorunlarla yüzleşmektedir.
“nem ve yarı aydınlık, nefes almaya çalışıyor şehir
atardamarında ölümcül kimlikler – rüzgârın yönleri”
Şehir adlı şiire bakıldığında şairin Mağusa’yı nem, yarı aydınlık ve atardamarında ölümcül kimlikler barındıran bir kent olarak tanımlandığı gözlemlenmektedir. Özellikle bu kentin damarlarında ölümcül kimliklerin dolaşması farklı kültürlerden ve düşüncelerden kişilerin varlığını da çağrıştırmaktadır. Ancak bu farklılık ırkçılık olarak değil kültürel çatışmanın, denetimsizliğin yarattığı toplumsal sorunlar olarak düşünülmelidir. Nitekim farklı kültürlerin bir arada bulunması zenginleştirici bir nitelik taşırken, yönetim ve denetim mekanizmasının eksikliği ise kaotik bir ortam yaratabilmektedir.
“küçük hayaller kurguluyorum
kalıpların siluetinden sıyrılarak
apartman yığınlarının arasında
…
olmak sadece olmak adına
sırlaştırıyorum kurguladıklarımı
yakalanmadan nüfusu bilinmeyen
ölümcül kimliklere, ruh mıknatıslarına
(çünkü hayal mezabahasıdır bu yarım harita)”
Hayal Mezbahası başlığını taşıyan şiirde de birey ile kent arasında çatışma üzerinde durulmaktadır. Yapılaşmanın arttığı, nüfusun bilinmediği Mağusa bölgesinden dünyaya bakan şair kentin sorunlarıyla yüzleşme içerisine girmektedir. Şair, düşündüklerini/kurguladıkları var olabilmek için sırlaştırmaktadır.
Öte yandan tüm ülkede olduğu gibi kentte de sayısı net olarak bilinmeyen birçok kimlik bulunmaktadır. Şair, bu kimlikleri “ölümcl kimlik” ve “ruh mıknatısı” olarak tanımlamakta ve bunlara yakalanmamak istemektedir. Şiirin son dizesinde ise kentin ve genel olarak ülkenin bir hayal mezbahası olduğuna işaret edilmektedir. Hayallerin katledildiği bir kentten dünyaya bakan şair, bu çatışmayı yaşamaktadır.
“güneş, nefretle çemkiriyor şehrin patavatsızlığına , enseme, sabrıma / egzoz dumanları, nezaketsiz yurttaşlık bilinci, saçlarımdaki tırnaklar / birden silikleşiyor tüm konuşmalar / hava boşluklarını doldururcasına / çıldırıyor bu makinelerin gürültüsü / rendelenmiş asfaltta ilerliyor bir ambulans / devriyesini atıyor BM helikopteri / fütursuzca yer değiştiriyor kargalar / nâhif bir tınlamayla duyuluyor / yüzlerce saniye kolunun tıkırtısı”
“Şehrin Anadili – Panik Diyalektik” şiirinde şairin Mağusa kentinde gözlemlediklerini estetik malzeme olarak kullandığı göze çarpmaktadır. Kentteki hava sıcaklığını güneşin şehrin patavatsızlığına, şairin ensesi ve sabrına nefretle çemkirdiğini belirten şair, sosyolojik bir bakış açısı da sunmaktadır. Şiirin devamında kentteki makinelerin gümbürtüsü, bir ambulansın bozuk yollarda gitmeye çalışması, BM helikopterinin devriye atması… gibi unsurlar da kendine yer bulurken, birey ile kent arasındaki çatışma ortaya konmaktadır.
Tüm bu unsurları düşündüğümüzde Şair Hüseyin Bahca’nın ikinci şiir kitabı İlânihaye’de bir birey olarak varoluşunu gerçekleştirebilmesi için ailesi, çevresi, yaşadığı kent, coğrafyası ve çağıyla bir çatışma içerisinde olduğu söylenebilir.