Etimiz ne budumuz ne! Küçücük bir toprak parçasına sıkıştırılıp istiflenmiş gibiyiz. Bir yerden bir yere en uzak mesafemiz lüküs bir arabayla değil en antikasıyla bile tutun ki bir saat! Lefkoşa’dan Girne’deki dosta “hadi kahveyi yap da geldim” diye telefon etseniz anında yanında bitebilirsiniz. Ne var ki:

MESAFELERİN azaldıkça mekânların önem kazandığı bu küçük vatanda biz “Kıbrıslılar” yol kavgası da yaparız “toprak” kavgası da! Nitekim bir yenisinin tozu dumanı hâlâ devam etmekte!

Anlıyoruz ki bu adada “paylaşım kavgası da bitmedi!” Ki hatırladığımca dedemden babamdan kalan mirastır. Onlar da toprak kavgası yapardı. Şöyle ki evlerinin avlularının çevreleri ya dikenli “gonnara” ağaçcıkları yada “şinyalarla" çevrilirdi ama yine de bir karış öne arkaya yer değişimleri olsa, sınırlar azıcık değişse… Dünya oluşalı beridir ta Adem ile Havva’dan kalma “toprak kavgası” yaparlardı.

KALDI Kİ bizim sınırlarımız ne gonnara şinya çalıları ile çevrilidir ne de taşlar topraklarla. Ya nelerle? Mitralyözlü askerler, tanklar toplarla! Ki bırakın âdem oğlunu, bir yakadan öte yakaya sinek geçecek olsa eğer vermezse tekmilini, kanadını bile oynatamaz!

Bizim sınırlarımız öylesine çetin fakat bir o kadar da değerlidir. Bir karışı uğruna savaş da ilan edilir savaşılır da! Nitekim:                                                                                                                                                          

***

“PİLE YOLU” olayı sonuçta bir “toprak kavgasıdır!” Aidiyete dayanan mülkiyet sorunudur! Ve biri tanınmış diğeri illegal sayıldığı için ancak yarattığı “de fakto” ile varlığını sürdürmeye çalışan iki devlet arasındaki bir tartışmalı sorundur!

HENÜZ taraflar arasında siyasi hesaplaşmalar bitmediği için de yaratılanlar; “muzırlıklarla patlattığı krizlerdir!” Daha doğrusu “hem mülki hem de idari yönden her iki tarafta da süregelen egemenlikler iddialarına dayanan sorunların tartışılmalarıdır!

Çözüm olmadığı sürece de bu tip tartışmalar, arbedeler, hep yaşanacaktır. (Galiba çözüm olsa da!)              

***

BU NEDENLE Kuzey’i daha çok güçlendirmek zorundayız. İlle de tank top tüfek askerle falan değil. Sosyal ve ekonomik yönden. Şöyle ki Güney’e bakarken haset duyan biz değil. Kuzey’e baktıkça hasetlerinden çatlayan “onlar” olana kadar…            

YANİ diyoruz: Hâlâ bakir olan bu vatanı cicim bicim yapmak” mümkündür. Büyüklük kompleksine kapılmadan mütevazi yatırımlarla… Mesela turizmle. Fakat avcının “pam dedi de hatırıma geldi” rastlantılarında değil!

***

NİTEKİM bizzat izlediğim için yazayım: Hemen her gün Mağusa surlar içine Güney’den otobüsler dolusu günü birlik bile sayılmayacak turist kafileleri gelir. Hiç şaşmayan bir rutinde bu otobüsler Rum şoförleri tarafından tespit edilmiş yerlerde park ederler. (Othello kalesi ile Cambulat ilkokulu arası.) bazen beş on otobüsün peş peşe uğradığı bu mahalde park etmiş otobüslerden çıkan turistler alelacele Othello Kalesini şöyle bir dolanırlar ender de olsa İstiklâl Caddesindeki kafelerde az biraz oturup eğleşirler ve tekrar otobüslerine dönerler…  

***

YILLARDIR turizm adına bu kısır döngü devam eder ve bu rutin “turist ağırlama” olayımız hiç değişmez!

Üstelik Mağusa surlar içinin şöyle böyle değişerek turistik bir kasaba kimliği kazanmasına karşın. Hatta son zamanlarda pek çok toprak damlı taştan evlerin turistik mekânlar haline getirilmelerine, turistlere kiralanmalarına karşın yine de ol alemde büyük değişiklikler olmaz!

BÖYLE de olunca düşünmek bile istemem ama eğer Güney’de bizim Kuzey’de sahip olduğumuz turistik eserler olsaydı Rumlar sevinçlerinden ve talihlerinden dolayı zil takıp oynarlarlardı. Ki Mağusa deyip geçmeyin. Surlar içi ile kalası turizm yönünden zenginliğin zengini bir kasabadır.

Nitekim Bazı müteşebbis kişiler evlerini restore edip turizme uygun hale getirdiler sadece yaz değil, Kışları da turistlere kiralıyorlar ve artık yaz kış bu evlerde ikamet etmekte olan turist etiketli insanlar yaşamaktadırlar.

YANİ: Eğer istenirse sadece Mağusa kale içinde müthiş bir turizm potansiyeli yaratıla bilinir ama işte bir türlü olmuyor.

NEYSE ki yine de vardır bir eforumuz: “Ne zaman çok canımız sıkılsa seçip Meclise gönderdiğimiz dolayısıyla bizi temsil eden Milletvekillerimiz, göğüs göğüse aslanlar gibi dövüşürler… Ki dünya kaç bucaktır görsünler! Yetmez mi?