50 yıl oluyor. Bu süre içinde Rum tarafına, artık Kuzey’deki Türk Devleti varlığına asla egemen olamayacağını…

Artık bu adada “Londra Zürih” gibi maskaralık anlaşmaların gerçekleşmesinin mümkün olmadığını..

Dolayısıyla yedi yerlerinden çatlasalar da adadaki bu günkü siyasi statükoyu değiştiremeyeceklerini..

Kabul etseler de etmeseler de Kuzey’de bir Türk devletinin var olduğunu..

EN önemlisi Kıbrıs siyasal sorununun yadsınamaz gerçekliğinde çözüme yönelik çalışmalar başlamış olsa da artık  kesinlikle adada “iki devlete” dayalı çözüm arayışı olacağını unutmamaları gerekir…               

Nitekim “artık bu adada Türk ve Rum taraflarınca görüşülecek tek gündem maddesi de  işte budur” diyeceğiz ama Güney’deki komşunun bunları anlamasını beklemek de  abese iştigal olmaktadır..                              

ŞU HALDE bu adada “siyasi çözümsüzlüğün” üzerine oturmuş “iki devletin varlığı” bir realiteyse.. Güney’deki Rum devleti nasılsa kazandığı bu siyasi ayrıcalığı nedeniyle BM’ler ve AB üyesi olarak kabul görüyorsa.. Bu dengesiz ve yüzsüz farklılık ayni zamanda sorunu “çözümsüzlüğe” kilitliyorsa…                                            

İki toplum arasında olası çatışma ve arbedelerin kaçınılmazlığını” da beklentilere sokmuş olmaktadır ki bu adada çözümün yanı sıra savaşın da olabileceği hiç unutulmamalıdır!

İKİ TOPLUM arasında elli yıldır süren siyasi çözümsüzlüğe karşın günlük yaşamlar sürecinde olagelen ekonomik ilişkilerle karşılıklı bazı temaslar ve komşuluk ilişkilerini dikkate almamak da mümkün değildir.

Kİ bu duruma çocuksu bir laflamayla şöyle demek mümkündür : “Halklar gider Mersine Türk Rum siyasileri  gider tersine!”                                                                           

Bizi tanımayan Güney’deki Rumun bir ayağı Kuzey’de, tanınmayan Kuzey’in bir ayağı ise Güney’de.. Siyasilerin elli yıldır başaramadığı çözümü Türk Rum halkları kendi ihtiyaç ve çıkarları içinde gerçekleştirdiler.. Ki geriye sadece bu “gerçekliğe” giydirilecek “siyasi çözüm elbisesi” kaldı… Diyelim ve her zamanki gibi “kendi işimize bakalım” ki doğrusu son zamanlarda “işimiz iş kuyruğumuz kiriş” olmakta!                         

KISACA TAKILDIKLARIM: Mesela yıllardır “Güney’deki Rumun yarattığı ambargolar altında yaşıyoruz falan diyoruz da… Maşallah bu tanınmamış, nüfusu hâlâ “milyonu” bulmamış, bir yerden bir yere en uzak mesafesi bir saat bile tutmayan… KKTC’de  25 tane üniversite varmış! 

TABİ yerel ihtiyaç nedeniyle değil, dıştan gelen öğrenciler için… Önceleri sadece DAÜ vardı.. TC’den gelenlerin yetmeyip Afrika’dan da öğrenci akını başladıkta ülkedeki apartman dairelerini bile “üniversite” yaptılar!

VE SONUÇ: Üniversite enflasyonu! Ki bilimle ilimle oynanmaz..                                                                  

Kaldı ki dünya alem bilir ki üniversitelerin miyarı “para pul değil ilim irfandır!”                                          

Bu nedenle yüksek öğrenim kurumları hocaları öğrencilerini çok iyi yetiştirmek için bizatihi kendilerinin çok iyi ve donanımlı olmaları gerekir.. Üstelik içinde bulundukları toplumun  türlü çeşitli “sorunlarını” kapsayacak “çözüm sağlayıcı çalışmalarıyla” da önemli işlevlere sahip olmalılar…

MESELA bir gün ülkede şunu duymayı çok isterdim. “Hükümet ile (falan) üniversitenin işbirliği sonucunda alınan tedbirlerle enflasyonda düşüşler görülmeye başlandı!” Yada şöyle bir haber:

“Falan üniversitemiz yaptığı araştırmalar sonunda kanser tedavisinde yeni bir buluşa imza attı…”

TABİ kaliteli sesleri, solukları yüksek çıkan üniversitelerimiz vardır ama tabi ki “tekmili birden 25 tanesiyle değil!” Bu türedi “üniversite enflasyonu” da ekonomik enflasyon kadar zararlı ve yıkıcı olmalıdır!