Okullar yarıyıl tatiline giriyorlar. Bizim dönemimizde “Şubat tatili” derdik. Belli etmek istemezdik ama sabahları kırıcı soğuğun üşüttüğü bedenlerimizi, sıcacık yataklarımızda geçirme düşüncesi bile...
Okullar yarıyıl tatiline giriyorlar. Bizim dönemimizde “Şubat tatili” derdik. Belli etmek istemezdik ama sabahları kırıcı soğuğun üşüttüğü bedenlerimizi, sıcacık yataklarımızda geçirme düşüncesi bile sevinmemize yeterdi! O öğrencilik dönemlerinden öğretmenliğe atlarken de hiç değişmeyen teamüllerde öğrencilerimi izlerdim. BİR yandan karnelerini alacaklarının sevincinde, öte yandan iki haftalık tatilleri nedeniyle ve toplantıları için çalacak son zil sesini beklerlerken, onları izlemeye doyum olmazdı. Neredeyse kanatlanıp uçacaklardı! Cıvıl cıvıl sesleriyle yorulmak bilmeden sağa sola koşuşturur, hep o son zilin çalmasını beklerlerdi… BİR öğretmen, sonraları idareci olarak bu hisleri yıllar yılı yaşadığımdan olacak, hâlâ şuur altımda kalmışlığıyla ne zaman ocak ayının bu günleri gelse, “işte bir yarıyıl tatili daha diyerek sevinirim. TABİ bu duyguları tazelememin bir nedeni hemen her gün kendisini paydostan sonra okuldan alıp evine götürdüğüm, artık koca bir delikanlı olmaya başlayan torunum Çağatay’ın da etkisi olmalıdır. Nitekim geçen gün öğle paydosundan sonra yine arabama almış, evine götürüyorum, sordum: “Sınavlar nasıl geçti?”; “Vallahi” dedi hayıfla, “hep sekize kilitlendim, not ortalamam da öyle gelecek.” Eee, güzel bir derece dedim ne var bunda yakınacak? “Daha çok çalışmam gerekirdi” dedi… SONRA derslerden söz ettik. Bana sorarsanız ders programlarını şişirmekten öte anlamı olmayan Almanca dersinden de! Kolejde okuyan torunuma “İngilizce dersin nasıl” dedim ve ekledim: “İngilizce çok ama çok önemlidir. Bir dünya dilidir ve dünya insanlığı birbirleriyle bu dille konuşup bu dille ilişki kurar, bu dille haberleşirler. Ve bu dille anlaşırlar. Şöyle ki Afrika’dan ülkemize gelen öğrenciler de önce İngilizce bilmek zorundadırlar ve ben yeterince bilmediğimden dolayı ne olursam olayım, kendimi her zaman eksik hissettim…” Ve ekledim: “Keşke sizi Almanca dersleri ile yoracaklarına yerine daha çok İngilizce ders koysalardı…”***
VE SORMAYA devam ettim: “Bilgisayar dersleriniz de var mı?” “Yok” dedi torunum! BÜYÜK gaflet dedim! Büyük eksiklik! Ki artık bizim eskilerde “beşer” dediğimiz insanlığın, medeniyetin ilerleyişiyle yücelişin ve büyük ülkeler safında yer alabilmenin olmazsa olmazı; nasıl ifade ederseniz edin “bilgisayara, dijital egemenliğe, internete, kompütere en iyi şekilde hakimiyettir… Hangi ülke “bilgisayara” daha yaygın, daha çok, daha ileri seviyelerde hakimse, o ülke daha büyüktür, daha gelişmiştir ve daha egemendir. DOLAYISIYLA artık büyümek, yücelmek, ilim ve irfana ulaşmak söz konusuysa; internete, onun büyük dünyasına egemen olmayı gerektirir. Kİ biz yıllar önce okullarımızda “modern matematik” diye başladıktı öğrenimi ile öğretimine ama sonunu getiremedik! Çok kısaca yazıp anlatayım:***
SALİH COŞAR’ın Eğitim Bakanı olduğu dönemdi. Bir gün okula Maarif Dairesi’nden bir tamimle birlikte ve küçük sınıf öğrencilerine dağıtılmak üzere, o zamanlar adına “Modern Matematik” dediğimiz kitaplar gönderildi. “Ana Kümeler”, “o kümelerin alt kümeleri” gibilerinden türlü çeşitli geometrik şekillerden oluşan bol resimli şekilli kitaplardı… Doğrusu bir öğretmen olarak bu “kümeler” ve “alt kümeler” olarak bilgisayar kullanımının çocuklara yönelik “başlangıç” öğretileri olduğunu bırakın anlamayı, amacını bile kavrayamadımdı! Kaldı ki küçücük çocuklara anlatalımdı. OYSA aynı sıralarda Rum tarafında benzeri ders kitapları müfredata dahil ediliyordu. Bizden tek farkları haftalarca ve akşamları öğrenci velilerine bu modern matematiğin ne için öğretilmesi gerektiğiydi. Dolayısıyla çocuklarına yardımcı olmaları amacıyla önce kendileri öğreniyorlardı. Ki henüz Kıbrıs’ta bilgisayarlar yoktu. Sadece hazırlığı vardı… BİZSE söz konusu “modern matematiğin” ne işe yaradığını yıllar yılı sorgulayıp duruverdikti! Kaldı ki öğrencilerimizi bu konuda eğitelimdi!***
BUGÜN belki bilgisayar cenneti olduk ama yeterince dijital çağa atlayamadık. Söz konusu bilgisayarlar öğrencilerin elinde oyun oynama makinelerinden oyuncaklarından öte geçemediler. İdari işlerde ise yaygınlaşmazlarken henüz bu konuda yolun başındayız… HA NE diyecektim? Bilgisayar bilgi ve becerilerine yönelik eğitimi artık okullara “ders” olarak sokmak zorundayız…***
(KISACA TAKILDIĞIM): Öğretmenler Sendikası’nda bulunduğum yıllarda anlattıydı arkadaşım rahmetlik Hasan Tahsin (Desem) hoca: “Kızı Avustralya’da evliydi bu nedenle ziyaretlerine gitmişti… Bir gün televizyonlarda bir haber işitti. Bir çılgın bir genç eline silahı almış bir şehir içi otobüsüne binmiş yolcuları kurşun yağmuruna tutarak pek kişinin ölümüne neden olmuştu. “Ertesi gün” diyordu Tahsin hoca, “acaba gazeteler olayı nasıl yansıttılar merakında bir gazete aldım haberi yorumuyla birlikte okudum… Ne cani, ne canavar diyordu saldırgan katile… Aksine şunu soruyordu: “Biz nerede hata yaptık… Nasıl bir eğitim verdik, nasıl yetiştirdik ki bir gencimiz böylesi cinnet geçirdi…” …KKTC’nin uzun süredir kabuk değiştirmekte olduğu bir gerçek. Geçmişte üç dört yılda görülen vahim polisiye vakalar, şimdi yoğunluğunca ve türlüsü çeşitlisiyle hemen her gün görülmekte. Şöyle ki uyuşturucu olaylarından sirkat ve trafik kazalarına, şiddet ve nihayet cinayetlere varıncaya kadar… NİTEKİM geçen gün de BİR gencimiz sevdiği kızı öldürdü. Güney’e kaçtı, yakalandı, iade edildi… Olay medyanın manşetlerinde salındı ama kimseler sormadı: Ne oluyor bize nedir bu cinnete varan kanlı eylemler ötesi kanunsuzluklar? Belli ki kabuk değiştiriyoruz. Fakat yenilenmek, yeniden yapılanmak için değil! Değişiyoruz ama daha iyiye, güzele de değil… Pazartesi buluşmak üzere iyi hafta sonları dilerim…