Varoluşçuluk felsefesinin öncülerinden birisi olan Jean Paul Sartre, her ne kadar insanın dünyaya gelmeden önce belli bir öze sahip olmadığını, kendini dünyaya fırlatıldıktan sonra yarattığını dile getirse de sanatın ve sanatçının doğuşunun altında insanın özünde bulunan “anlatma ihtiyacı”nın etkili olduğunu düşünüyorum.

   “Sosyal bir hayvan” olan insan dünyaya gelmesinden itibaren çevresindekilerle iletişim kurma, yaşadığı olay, durum ve ruhsal yanı dile getirme ihtiyacı içerisine girmektedir.

   Henüz yazının, hatta sistematik bir dilin olmadığı ilkel çağlarda bile insan türü, birbirleriyle iletişim kurma ve içindekileri anlatabilmek adına mağara duvarlarına resimler çizmiştir.

   Bu örnek, aslında insan türünün duygu ve düşüncelerini anlatma ihtiyacının bir sonucudur. Nitekim bu durum günümüzde de kendisini göstermektedir. Çocukların içindeki anlatma ihtiyacını karşılayabilmek için duvarlara resim yapması ilkel insanların mağara duvarlarına çizim yapmasıyla eşdeğerdedir.

Yaratıcılık özünün sanatçıyı şekillendirmesi

   Estetik felsefesine bakıldığında ise sanatın doğuşunun üç şekilde açıklandığı görülmektedir. Bunlar oyun olarak sanat, taklit olarak sanat ve yaratma olarak sanattır.

   Oyun olarak sanat teorisine göre ilkel insanlar yeme, içme, barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılamasının ardından haz duyabilmek için doğada gördüklerini taklit ederek ritmik hareketlerde bulunmuş, farklı giysiler giymiştir. Oyun, ileriki dönemlerde sistemleşerek farklı sanat kollarını oluşturmuştur.

   Oyun olarak sanat teorisinde esas amaç haz duymaktır. Schiller, sanatın da aynı amacı güttüğüne işaret ederek oyunda zaman nasıl unutuluyorsa sanatta da aynı unsurun söz konusu olduğunu ve sanatın da zamansız olduğunu vurgulamıştır.

   Taklit olarak sanat teorisi ise doğada ve sosyal yaşamdaki unsurların taklit edilmesini savunmaktadır. Aristoteles, şiir sanatını ele aldığı Poetika adlı eserinde taklidi (mimesis) önemli bir unsur olarak atfeder.

   Konumuzla bağlantılı olan yaratma olarak sanat teorisi ise kişinin doğada gördüklerini içindeki yaratıcılıkla dışa vurmasını ve estetik bir yaratıyı ortaya sunmasını savunmaktadır. Doğadaki olay, durum ve manzaralar tek başlarına hiçbir anlam ifade etmez, sanatçı içindeki yaratıcı güçle bu unsurlardan sanat eseri meydana getirir.

   Doğada, sosyal yaşamda, romantik ilişkilerde, toplumsal sorunların yaşandığı bir ortamda yaşam süren insan hayatın sertliği karşısında çeşitli duygulanımlar içerisine girmektedir.

   Çoğu kişi içindeki fırtınayı günlükler veya duygusal aktarımlar yoluyla anlatma yoluna gitmektedir. Sanatçı ise bunları dönüştürerek sanat eseri ortaya koymaktadır.

Edebiyatta yaratıcılık ve anlatma ihtiyacı

   Bir sanatçı olarak şair ve yazar yaşadığı sorunsalları içindeki yaratıcı özle birleştirerek bir sanat eseri oluşturmaktadır.

   Edebiyatın bir sanatçı için yan etkilerinden birisi de gözlem yapma hastalığıdır. Şair veya yazar, gündelik yaşam içerisinde gözlemlediği olguları, nesneleri; toplumun yaşadığı sorunları, doğadaki görüntüleri gözlemleme zorunluluğunu hissetmektedir.

    Nitekim hem öykü ve roman gibi anlatılarda hem de şiirde gözlemin önemli bir yeri vardır. Öykü ve roman gibi anlatılarda yazar, insanların birbiriyle olan ilişkisini, duygularını, hangi duygusal durum içerisinde hangi mimik ve jestleri kullandığını, mekânın koşullarının insan psikolojisi üzerindeki etkisini, içsel sıkıntının bireyin mekânı algılamasındaki rolünü hesaba katarak karakterlerini oluşturmaktadır.

   Yazarın gözlemlediği olaylar, acı durumlar onu yazma eylemine iter. Bu eylem yazarın iradesini yerle bir edecek bir güce sahiptir.

   Bu noktada Sait Faik Abasıyanık’ın “Haritada Bir Nokta” başlığını taşıyan öyküsü akla getirilebilir. Öyle ki bu öyküde sanatçının yazmayı bir hırs olarak görmesi nedeniyle artık hiçbir şey yazmamaya karar verdiği görülür.   

   Öyküdeki karakter, gittiği kasabada, oradaki insanlar arasında masum bir hayat yaşama isteğindedir. Ancak orada gözlemlediği toplumsal sorunlar ve özellikle de hayal – gerçek çatışması yazarı, anlatma krizine sokar. Sait Faik, adı geçen öyküsünde bu durumu şu şekilde dile getirir:

   “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”

   Şiir üzerinden gittiğimizde ise burada anlatma ihtiyacının çelik bir duvarla karşılaştığı söylenebilir. Öyle ki gözlemlediği olay ve durumları veya içindeki ruhsal sıkıntıyı ifade etmek isteyen sanatçı bunları olduğu gibi değil özgün imgelerle, edebî sanatlarla anlatma zorunluluğu içerisine girmektedir.

   Bir kırgınlık içerisinde olan sanatçı bu kırgınlığını “İçim acıyor,  paramparça bir haldeyim” gibi klişe sözlerle anlatma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Oysa şair, içindeki bu sıkıntıyı anlatma ihtiyacını giderebilmek için gerek doğada, gerek insan ilişkilerinde gözlemlediği “şey”leri sanatsal bir unsur haline getirme sorumluluğundadır.

“kırgınım, saçılmış

bir nar gibiyim

 

sessiz akan bir ırmağım

geceden

git dersen giderim

kal dersen kalırım

 

git

dersen

kuşlar da dönmez…”

 

   Behçet Aysan’ın Bir Eflatun Ölüm başlığını taşıyan şiirinden alınan yukarıdaki dizelere bakıldığında, şairin içindeki kırgınlığı doğada gözlemlediği olaylardan yola çıkarak ele aldığı görülmektedir.

   Şair, kırgınlığın varoluşunda yarattığı sarsıntıyı “kırgınım, saçılmış / bir nar gibiyim” dizeleriyle anlatır. Şair, narın dağılmasıyla ortaya çıkan görüntüyü kendisiyle özdeşleştirerek özgün bir imge kurmaktadır.

   Şair, daha sonra içinde bulunduğu durumu “sessiz akan bir ırmağa” benzetir. Bu ırmak geceden ve sessizce akar. Şair, içindeki kırgınlıkla sessizleşir ama gecenin karanlığında kimse onun farkına varmaz.

   Şiirin devamında ise ikili ilişkilerde yer alan gitmek ve kalmak eylemleri bu sefer kuşlar aracılığıyla kendine varlık alanı bulmaktadır: “git dersen giderim / kal dersen kalırım // git / dersen / kuşlar da dönmez”.

   Görüldüğü gibi şair içindeki anlatma ihtiyacını gözlemlediği olay ve durumlardan yola çıkarak estetik bir formda ele almaktadır.

  

   Tüm bu unsurlar düşünüldüğünde bir sanatçı olarak şairin ve yazarın içindeki anlatma ihtiyacını gözlemlediği olay, durum, nesne ve insan ilişkilerini estetik malzeme olarak kullanarak gidermeye çalıştığı söylenebilir.