Çok ender olur. Klavyenin önüne oturur ve “hangisini yazmam gerekir” diyerek düşünmeye başlarsınız.  Yazacaklarınız o  kadar çoktur…

    BU yazıma da başlarken öyle oldu ama bir farkla: Bu sıcakta ağzınızdan çıkan kelimelerin bile buharlaşıp eridikleri için konuşmanın bile mümkün olmadığı gerçeklerde neyi nasıl yazacaksınız ki?                                   

   Oysa dünden bugüne sarkıttığımı söyleyip “yazacağım” dediğim o müzmin ve yüz karamız olması gereken sorun da kafamda çoktan hazır ve nazırdı…                                                                                                    

   NİTEKİM Bölgemiz orman yangınları ile son yılların en büyük felaketlerinden birini yaşıyordu… Daha dün açıklanan asgari ücretin olumlu olumsuz tepkileri sürüp gidiyordu ve bitip kapanacağı da yoktu… Ve sıcaklar yaşlı bedenleri “öldürmek” üzerine tehdit ediyordu… Ya da artık “bizim de “Ercan” gibi iftihar edeceğimiz bir hava alanımız” vardır diyorduk… Bunlara karşın:                                                                                                  

   MESELA memleketimizin ne kadar pejmürde ve “pis” olduğunu” yazmanın “şimdi zamanı mıdır” denileceğini...                                                 

    VEYA Benim kalkıp da “iki üç eski eser ünvanlı antika yapıların duvarları üzerinde otların, gabbar ağaççıklarının dürüdüğüne bakıp bakıp, “yok mudur temizleyecek birileri” diyerek bağırıp çağırmamın ne kadarlık anlamı olacağını da bilemiyordum?                                                                                                                                                                            ***                                                                   

    SONUNDA kararı yine ben verdim ama:  “Evet anlamı vardır ve “eski eserlerimiz” dediğimiz kalıntıların duvarlarında bile   ağaççıklar otlar dürümektedir, üstelik temizlenmeleri kesilip atılmaları gereği bile duyulmamaktadır” dedim kendime  ve ekledim:                                               

    “GÖRMEK isterseniz gidin Mağusa’nın Namık Kemal Meydanına, büstünün yanından karşıdaki Venedik Sarayı’nın duvarlarına bakın… Yada mahalle aralarında şöyle bir dolanın.. Veya boş alanlardaki eski kilise yıkıntılarını gezin… Hisarları,   çevreyi gözlemleyin…                 

    Kİ SÖZ KONUSU Namık Kemal Meydanında,  yine çok eskilerden kalma  “Eski Eserler Dairesi” binası da vardır ve orada çalışanlar her gün “antik” olan o duvarlardan sarkan, şimdilerde sıcaktan kurumuş otların altından güle oynaya geçerek girerler kendilerine özel dairelerine…                                                                                                                                           ***                                                                                 

    FAKAT VE BUNLARA KARŞIN:  Mağusa surlar içi bir yandan da geleceğe hazırlanan  “en güzel ve ilginç turizm beldesi” olmak yolunda,  “yeni, fakat eskiye ve aslına  bağlı kalarak”  küçük ama yeni yeni  konaklama mekânları konutları ile  daha şimdiden turizmin şah damarında atmaya hazırlanmakta.. Devletin yapmadığını “yurttaşlar yapmakta…”

   Haa, ne diyorduk? Fakat çevre çok pis, çok tertipsiz, dolayısıyla çok utanç verici! Ki bu ülkede hâlâ temizlik tertibi beceremedik!  Bu sorunu halledemedik vesselam! Diyelim ve gelelim bir başka kronik soruna:                                                                            ***

   SOLUN GENE KANI KAYNADI: Hiç gereği yokken, dünyanın bir yarısı cayır cayır yanarken, yerleşim yerleri küllere dönerken ve “insanlıkla” hâlâ sırrına erişilemeyen “doğasal olaylar” kapışmaları devam ederken…

   CTP’nin genç başkanı çıkmış ve dünya aleme ilan etmiş ki bu adada çözüm ancak “federasyon” temelinde olabilir!

   İnsan ilk anda düşünür ama: “Kasıtlı mı mahsustan mı yapıyor? “UBP’nin damarına böyle mi basıyor! Yoksa siyasi parti farkındalığı yaratmak için mi böylesi bir siyasi tercihte bulunuyor? Tabi ki bilmemiz mümkün değil ama artık “inadımıza yaptığı” da bir gerçek olmalıdır! 

   Kİ ağaları Sn. Talat’ı da hatırlatıyor! Ne dediydi Kıbrıs sorununu çözeceğiz diye Rum tarafı ile başlattığı müzakereler sürecinde? “Ne yapayım kendimi Lefkoşa meydanındaki dikilitaşa mı asayım?”

Eee! Bir parti başkanı bizzat partisinin çabalarıyla oluşturulmuş müzakerelerde bu kadar sıkışır ve müzakere masasında Rum zılgıtını yerken bu adada “federasyonu” kiminle kurulacak?

                                                                          ***

   TABİ şu yargı elbette anlaşılırdır: Eğer Türk Rum işbirliğine dayalı sosyal ve ekonomik konularla sorunlar tüm ada sathında ve adanın iyilik sağlığı için kullanılacaksa…                                                                        

     BU çok insancıl “işbirliği” elbette anlaşılır... Fakat bir “siyasi statü” olarak lanse ediliyorsa doğrusu Erhürman gibi akıllı bir siyasetçinin kendi kazdığı kuyuya kendisinin düşmesinden öte değildir böylesi bir siyasi çözüm tasavvuru! Hatta buna inanmak bile (hadi ifadeyi yumuşatalım) siyasi aptallıktır!

   KISACA Sn. Erhürman’lı CTP bir kez daha ellerini çenesine kilitleyerek derin bir soluk almalı ve adada “iki egemen devlete dayalı çözümün” mü yoksa Rum tarafı ile bir kez daha oluşturulacak federal sistemin mi ikame edilmesi gerektiğini derin derin düşünmelidir… Vereceği karar da UBP’ye inat değil; Kıbrıs Türk halkının çıkarını koruyucu olmalıdır…