Hızlı değişen gündem nedeniyle bazen yazmak istediğim konuları yazamıyorum, geride kalıyor ya eskiyor ya da ben unutuyorum…
Gazeteci abimiz Metin Münir vefat ettikten sonra onunla ilgili bir şeyler yazacaktım, gündeme takıldım, yazmaya geciktim…
Daha önce yazdığım kişilerin çoğunluğuyla birlikte çalıştım, bir şeyler paylaştım, anılar biriktirdim. Durum öyle olunca yazacak çok şey bulabiliyorum.
Metin Münir’le birlikte çalışmadım. Bırakın çalışmayı, hayatım boyunca onunla üç kez karşılaştım…
“Peki bu durumda neler yazacaksın?” diyebilirsiniz.
Birincisi şu; onunla üç kez karşılaştım ama oradan da yaşanmış öykü çıktı.
İkincisi; onunla çok karşılaşmasam da uzun yıllar Türkiye medyasında çeşitli basın kurumlarında çalışan, çeşitli görevlerde bulunan Metin Münir’i hep takip ediyor, başarılarını takdir ediyor ve yazılarını çok beğeniyordum.
Bana göre, çok etkileyici bir tarzı vardı Metin Münir’in, öyle ki; bazen yazılarındaki görüşe katılmasam bile yazış tarzına bayılıyordum.
Böyle başka sevdiğim yazarlar da vardır. Ne kadar güzel bir şeydir değil mi, yazının içindeki görüşe, düşünceye katılmazsınız ama yazarın büyülü tarzını beğenirsiniz. Dersiniz ki, “Ancak bu kadar güzel yazılabilir…”
İşte Metin Münir, yazış tarzını çok beğendiğim, etkileyici bulduğum bir gazeteci- yazardı…
Mesela bazen Kıbrıs’la ve Kıbrıs Türk halkıyla ilgili isabetli tespitler yaparken, bazen kullandığı sert ifadeler ve genellemede bulunması, tepkilere de neden olurdu.
Mesela 2015 yılında T24’te yazdığı “Türkiye, Kıbrıslı Türklerin şımarıklığından bıktı” başlıklı yazısı tepki görmüştü. O yazıda gerçekçi tespitlere de yer vermesine rağmen “şımarıklık” genellene suçlaması tepkilere neden olmuştu. Çünkü o yazıdaki genellemeler, “Kuzey Kıbrıs’taki kötülüklerin tek sorumlusu Kıbrıs Türk halkıdır” gibi bir algıya neden olmuştu.
Bence de bu ülkenin şımarıkları vardır ama tüm halk da öyle değildir. Üstelik bu ülkenin içinde bulunduğu kötü durumun tek sorumlusu kesinlikle Kıbrıs Türk halkı değildir, olamaz.
Mesela o yazıdan bazı alıntılar yapayım size:
“- Türkler adanın en güzel ve en verimli bölümüne kondular ama bu serveti değerlendiremediler…
- Verimliliğe ve liyakate değil, rant ve ganimete dayalı bir siyasi ve ekonomik düzen kurdular…
- Türkiye’den gelen para kalkınmayı değil, geri kalmışlığı finanse etti…”
Yalan mı ki bunlar? Buna kim itiraz edebilir ki?
Söz konusu yazının başka bir yerinde Metin Münir, şunlara da dikkat çekmektedir:
“- KKTC üstü açık bir çöplüktür… Elektrikler sık sık kesilir… Bir mektup Mağusa’dan Lefkoşa’ya 12 günde gelir… Devlet okulları yürekler acısıdır… Yatırım yapmak isterseniz önünüzde aşılması zor, hatta imkânsız bürokratik engeller bulursunuz…”
Biz de bunlardan şikâyet etmiyor muyuz? Evet, hem de fazlasıyla.
Metin Münir, başka yazılarında da Kıbrıs’la ya da Kuzey Kıbrıs’la ilgili benzer tespitler yaptı… Siyaset dışı duygusal ya da hayat dersi niteliğinde çok güzel yazıları da vardı…
Tabii emeklilik yıllarını, yaşamının son dönemini tüm şikayetlerine rağmen ülkesi Kıbrıs’ta geçirdi Metin Münir.
İsterseniz onunla karşılaşma maceramı anlatayım.
Onunla ilk kez bir etkinlikte karşılaştım. Yanımdaki arkadaşıma, “Oradaki adamı görüyor musun? Çok beğendiğim bir gazetecidir. Onu tanıyan gazeteci arkadaşlarım da hep iyi şeyler söylüyor, gel gidip tanışalım” dedim.
Yanına gittik, birisiyle konuşuyordu, konuşmasının bitmesini bekledim. Aslında konuşması bitmemişti ama yanında beklediğimi görünce bana döndü. Sanki rahatsız olmuş gibiydi.
Kendimi tanıttım, kendisini takip ettiğimi ve çok beğendiğimi ve tanışmak istediğimi söyledim.
Oldukça soğuk karşıladı beni, elimi sıktı, teşekkür etti ve dönüp konuşmasına devam etti. İlgisiz davranması biraz moralimi bozmuştu ama fazla bozuntuya vermemeye çalıştım, yine de kendi kendime, “Ne yapacak ki adam, ilk kez karşılaştığı biriyle ne konuşacak?” dedim.
Yanımdaki arkadaşım ise moralimi bozmakta kararlıydı; “Sallamadı seni… Bu adam kibirli biri galiba” dedi.
“Ben öyle düşünmüyorum, gittik adamın konuşmasını kestik. Ne bekliyordun ki? Hem böyle ünlü kişilerin biraz kendini beğenmiş olması normaldir, ben bu tanışmada tuhaf bir şey görmüyorum” dedim.
Böyle dedim ama arkadaşımın “Sallamadı seni” sözü moralimi bozmuştu. Aslında kabul etmesem de biraz öyle olmuştu.
Bu karşılaşmadan yaklaşık bir yıl sonra yine bir yerde karşılaştık. Bu kez temkinliydim, “Hiç seslenmesem mi, görmezlikten mi gelsem? Bir soğuk karşılamaya daha katlanamam” diye düşündüm ve gerçekten de yanından onu fark etmemiş gibi geçmeye çalıştım ama göz göze geldik.
Beni fark etti; “Ali Baturay, nasılsın? Seninle bir davette karşılaşmıştık” dedi. Beni unutmamıştı, çok mutlu olmuştum. Keşke o “seni sallamadı” diyen arkadaşım da yanımda olsaydı diye düşündüm.
Kıbrıs Türk medyasını takip etmeye çalıştığını, rastladıkça da yazılarımı okuduğunu söylemişti. Anlayacağınız her iki buluşmamızda da beni şaşırtmıştı Metin Münir… İyi ki de ikinci, üçüncü kez karşılaşıp konuşmuştuk…
İnsan sevdiği yazarlar, sanatçılar, sporcular ya da bilim insanlarıyla neden tanışmak, konuşmak ister? Onu beğendiğini, takdir ettiğini neden söyleme ihtiyacı hisseder? Bilmiyorum ama çok uzağımızda olsa da hayatımıza anlam katan, hatta bazen hayatımızı değiştiren bu değerli kişilerle fırsatını bulduğumuzda onlarla tanışmak ve konuşmak istemek insani bir tavır ya da ihtiyaç ve de bir tür vefa olsa gerek.
Metin Münir’e dönecek olursak, çok iyi yetişmiş bir gazeteciydi… Yazıları akıcı, gerçekçi ve akılcıydı…
Bu arada Metin Münir, geçirdiği kalp krizi sırasında yaşam ile ölüm arasında kaldığını, bunu hissettiğini belirtip, o arada kaldığı anları da anlatmıştı, hatta bu konuyla ilgili “Ölümden Sonraki Hayatım” isimli bir de kitabı vardır. Hani bizim halk arasında “O tarafa gittim de geldim” dedikleri türden bir yaşanmış öykü…
Bu konuda köşesinde yazdıklarını, gazetelere verdiği röportajları, nihayetinde de yazdığı kitabı okudum…
Ölümle yaşam arasında kaldığını, o ara dönemi hissettiğini iddia eden başkalarının da söylediklerini okudum ya da TV programlarında, belgesele benzer yapımlarda anlatılanları dinledim. (Filmlerde geçenleri de gördüm ama sonuçta onlar kurgu olduğu için onları fazla dikkate almıyorum.)
Derler ki; narkoz alıp da ağır ağır kopuyorsunuz ya her şeyden ve hayal meyal şeyler puslanıp yok oluyor, film kopuyor. Sonra uyandığınızda da o hayal anlarını hatırlıyorsunuz… Öyle bir şeymiş…
Neyse, ben insanın ölümle yaşam arasında kalabileceğine ve ölmeyip de gözünü açtığında ölüm tarafını hatırlayabileceğine pek ihtimal vermiyor, inanmıyorum.
“Peki inanmıyorsun da Metin Münir’in bu konuda yazdıklarını neden beğendin?” diye düşünüyorsunuz değil mi? Neden biliyor musunuz? Olmayacağına inandığım konuyu bile çok güzel yazdığı için…
Metin Münir o yazdıklarını gerçekten yaşadı mı yoksa kurgu mu yaptı bilemem, bunu kimse bilemez ama yaşadı ya da kurgu yaptıysa bile çok iyi ve inandırıcı kurguladığı bir gerçek…
İnsanlar çok harika olaylar yaşayabilir ama bunu anlatmayı becermezse hiçbir değeri olmaz. İyi yazarlar ise sıradan olayları bile öyle anlatırlar ki hayran kalırsınız, bayılırsınız… Mesele sözcükleri iyi kullanabilmek, insanı etkileyecek kıvraklığı, yeteneği ortaya koyabilmektedir. İşte Metin Münir, bunu çok iyi beceren bir yazardı, gazeteciydi…
Metin Münir, ölümle yaşam arasını o kadar güzel yazmıştı ki neredeyse yazı ölüme övgüye dönüşüyordu. Biraz daha ileri gitse, kitap ölüme teşvik veya özendirmeden yasaklanırdı herhalde… İyi yazar o çok korktuğumuz ölümü de özenecek bir şey haline getirir yani…
Yazı çok uzadı ama isterseniz ne demek istediğimi anlayabilesiniz diye Metin Münir’in ölümle yaşam arasını anlattığı yazısından bir bölüm de paylaşayım sizinle… İşte o anlatının bir bölümü şöyle:
“…Doktorların anlattığına göre gittiğim hastanede kalbim dört dakika durmuş. Bu sırada vücudumun, içinde vücudumun bulunduğu odanın, odanın içinde bulunduğu binanın, binanın içinde bulunduğu ülkenin ve ülkenin içinde bulunduğu dünyanın içinden çıktım. Bilincim, belleğimi ve gövdemi geride bırakarak, bilinmeyen bir yere gitti. Kadın arkadaşımın, doktorların, hemşirelerin ve aydınlık odanın bulunduğu bandın yerini bir gök aldı. Dar bir yerde bulunan bu gök kendini küçülttü ve inceltti, kapının altında akan su gibi, dışarı çıkarak, bütün görüş alanımı kaplayan ve bu alanın dışına doğru hareket eden bir akış haline geldi; iki gök arasında akan renkli ve aydınlık bir ırmak veya ırmak benzeri bir şey gibi. Uzaklaşan bu renkli şeyi sadece görmüyordum. O şeyin kendisiydim. Gördüğüm şeyle aramda bir ikilik yoktu. Hem görüyordum hem de gördüğüm şeydim. Aynı anda hissettiklerim de değişti. Ölüyor olmak olağanüstü bir şeydi. Benliğimi o ana kadar duymadığım bir huzur, sükûnet, hafiflik, mutluluk ve şenlik duygusu kapladı.
Tam ve mükemmeldim. Sanki olumsuz ve acı veren her şeyin vanası kapatılmış, olumlu ve haz veren her şeyin çeşmeleri sonuna kadar açılmış, oradan akanlar sonsuz defa kendileriyle çarpılmış veya ben olumlu ve haz veren duyguların özü haline gelmiştim. Hem hissediyordum hem de hissettiklerimdim. Beden olarak var olmadan duyuyordum bu halis huzuru. Uçuyordum. Ama kanatların, kemiklerin ve kasların çabasıyla değil, rüzgarların akıntısında okyanusu aşan ağaç tohumları gibi, kendi kanatları ve itici gücü olmayan bir uçuşla. Bir ekran ve pencere vardı. İçinde bal peteği renginde, beyazdan sarı ve koyu kahverengiye uzanan, kaynaşan ışıklı bir kitle, korkunç bir süratle soldan sağa veya doğudan batıya doğru gidiyordu. İçimde korku veya heyecan yoktu. Bildik bir kumsalda veya orman patikasındaymış gibiydim. Bilinç olarak oradaydım ama bedenim o mekâna ait değildi.
Bütün bunların ölmüş olduğumu öğrenmiş olmamın perspektifinden, olanları tekrar tekrar geriye dönüp en ufak ayrıntısına kadar defalarca hatırladıktan sonra yazdım. Ölmek kelimelerle tarif edilmesi mümkün olmayan bir zevki tatmaktı... Yaşadığım bir mucizeydi…”
Yani diyeceğim o ki, Metin Münir, çok iyi bir yazar, çok iyi bir gazeteciydi. Onu tanıyanlar, uzaktan kibirli gibi görünse de çok iyi bir insan olduğunu da söylüyor. Beğendiğim ve unutamayacağım bir meslek büyüğümdür. Eğer ölümden sonra gerçekten başka bir yaşam varsa, emimin onu en iyi yazabilecek olan kişi Metin Münir’dir.