En son Cenevre’den yazmışım. Çok mu meşgulüm? Değilim aslında. Ekip iyi, tıkır tıkır çalışıyorlar. Ben sadece eskilerin deyimiyle ‘bakarak oluyorum’.
Birkaç tane program yapıyorum. Biraz idari işler. Gençler takıldıklarında soruyorlar. Yanıtlıyorum. Yani günlük yazı yazacak vaktim de var aslında.
Sormazlar mı, o zaman, “İki haftadır neden yazmıyorsun arkadaşım? Sen yazar değil misin?” diye. Sorarlar. Soruyorlar da.
‘Çok yoğunum’ yanıtını veremiyorum artık. Malum yazının girişinde gafil muhbir gibi en kestirme bahanemi ortadan kaldırmayı başardım. Dediğim gibi öyle çok yoğun falan değilim.
Neden yazmıyorsun sorusuna, şöyle bir soruyla yanıt versem doğru olur mu acaba diye düşünmeden, soruyu patlatayım. 
Bu ortamda ne yazayım? Nasıl yazayım?
Son iki haftadır ülkemizde ne olup bittiğini anlayamadık ki.  Vardığı sonuçlar ‘bilinçli bir tahminden’ öteye gidemeyince de, hangi ucundan tutacağını ve ne yazacağını bilemiyor insan. 
Size de öyle gelmiyor mu? Sanki kocaman bir el, bu minik adanın yarısını karıştırmak, fakirleştirmek, susturmak, bıktırmak için uğraştığını düşündüğünüz olmuyor mu? Ben öyle düşünüyorum artık.
Bu elin kime ait olduğu ile ilgili tam bilinçli bir tahmin noktasına varıyorum sonra bir başka gelişme olunca, tahminimin yeteri kadar bilinçli olmadığına kanaat getiriyorum.
Ha bu arada. Yazmıyorum dedimse de yazmıyor değilim, yazıyorum. Biraz karışık oldu sanki. ‘Yazıyor musun yazmıyor musun be adam’ dediğinizi duyar gibiyim. Kendi kendime fırça atan kendi iç sesim de olabilir bu duyduğum ses.
Yazıyorum ama yayınlamıyorum. Çünkü o elin kime ait olduğunu ve nihai amacının ne olduğunu kestiremiyorum. Yeteri kadar bilinçli olmadığına kanaat getirdiğim tahminlerimi de kamuoyu ile paylaşmak istemeyecek kadar da sorumluluk hissediyorum. Ya düpedüz korkuyorum. Korkuyu itiraf etmekten korkmamak lazım bazen. 
Bilmiyorum. Evet tam da bu galiba. Bilmiyorum. Bilmediğim için de yazmıyorum.  Daha doğrusu yazdıklarımı yayınlamıyorum. 
Şimdi gelelim o hangi vücuda bağlı olduğunu bilmediğimiz bileğe takılı elin faaliyetlerine. 
Neydi bizim ülkenin lokomotifleri. Eğitim Adası. Sahte diplomalarla ortaya çıkan güven bunalımına ek olarak saçma sapan kararlarla Monaco’dan daha pahalı bir ülke olmamızı sağlayan hükümetin becerileri öğrenciye uygun bir ülke olmamızın engellenmesi yükseköğretim sektörünü zora soktu. 
Piyasayı canlı tutan, ülkeye yabancı para gelmesini sağlayan, 200’den fazla sektöre doğrudan can veren inşaat sektörünün de çökertilmesi yine bir el gelip, kerameti kendinden menkul hükümetimizin gözünü bağlayıp dünyanın en saçma yasasını geçirttiler. Aynı anda bir başka el ya da aynı bilekten komuta edilen aynı el Rumların eskiden Rum toprağına ayak basanları tutuklama arzularını depreştirdi. 
Larnaka’dan gelenlere zorluk, yeni gündemimize gelen fuarlarda sorun çıkarma dönemine giriyoruz. Yine artık ülkenin Avrupa’nın en pahalı şehirlerinden daha pahalı olması da cabası. Yıl on iki ay turistlerimiz olan emekli İngilizleri de kovduk. Emekli maaşları ile kral gibi yaşadıkları ülkeden açlık sınırına kadar indirdiğimiz insanlara bir de muhaceret tüzüğü ile zorluklar çıkarttık. 
 Yani turizmde durumların nereye varacağın kestirmek çok zor değil. 
Sonra aynı el gelip, “Hadi bakalım, başörtüsü ve doğum yeri üzerinden bir toplumsal kutuplaşma yaratalım, siz de birbirinize girin. Yönetilmeniz birbirinizin gırtlağına yapışmış olduğunuzda daha kolay oluyor...”
Daha da sıralayabilirim. Ama uzatmak istemiyorum. Dedim ya bu minik ülkeyi karıştıran fakirleştiren, geren, yoran elin kime ait olduğu ile ilgili henüz bilinçli bir tahminden öteye gitmiş değilim. 
Bu el kimin? Nereye kadar gidecek.