2023 – 2024 Adli Yıl açılış töreni bugün Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi’nde yoğun bir katılımla gerçekleştirildi.
Açılış töreninde konuşan Kıbrıs Türk Barolar Birliği Başkanı Hasan Esendağlı, hükümetin Anayasa’ya aykırı hareket ettiğini, bilgiye ulaşmaya ve görev yapmaya çalışan avukatların engellendiğini, avukat sayısının ihtiyaçtan fazla olduğunu, mahkemelerin gereğinden fazla iş yükü bulunduğunu vurguladı.
Açılış konuşmasında şu ifadelere yer verildi:
“2023 – 24 Adli Yıl Açılış törenini onurlandıran tüm konuklarımızı Kıbrıs Türk Barolar Birliği adına saygıyla selamlarım. Yeni adli yıla girerken sizlere umut ve motivasyon dolu bir konuşma yapmak isterdim fakat 2023 yılı, halkımız için en kötü yıllardan biri olarak tarihe geçiyor.
6 Şubat’ta meydana gelen depremde verdiğimiz acı kayıplar, toplumumuzu derinden etkiledi.
Ne yazık ki genç insanlarımız, vatandaşlarımız, en kötüsü de çocuklarımız binlerce Türkiye yurttaşı ile birlikte cehaletin, aymazlığın, aç gözlülüğün, kanunsuzluğun, denetimsizliğin kurbanı oldular.
Canlarını kaybeden aileler, gözlerini artık yargı sürecine çevirdiler.
Bu felakete yol açan kişilerin yargılandıklarını ve cezalandırıldıklarını görmek, neredeyse tek dilekleri. Kıbrıs Türk Barolar Birliği olarak ailelerimize Türkiye’deki adalet arayışında ilk günden itibaren verdiğimiz desteğin, bu mücadelenin sona ereceği güne kadar koşulsuz devam edeceğini buradan vurgulamak isterim.
Yoğun geçen bir adli yılın ardından tüm yargı mensupları tarafından heyecanla beklenen adli tatilin sevinci de bu yıl kursağımızda kaldı. Camiamız çok acı bir kayıpla sarsıldı. Meslektaşımız Elay Arık Yusuf, çok genç yaşta ani bir şekilde çocuklarına, ailesine, arkadaşlarına veda etti. Elay’ı ; depremde diğer canlarla birlikte kaybettiğimiz Duygu Bolsoy Kalaycı’yı ve kayıplarıyla bizi eksilten sonsuzluğa uğurladığımız tüm meslektaşlarımızı huzurunuzda saygı ve özlemle anıyorum.
Devletin üç büyük erkinin, yasama, yürütme ve yargının temsilcilerinin bir arada bulunduğu Adli Yıl açılış törenlerinin yıllardır ülkenin ve özellikle yargının sorunlarının dile getirildiği bir platform olarak kullanılması bir teamül haline gelmiştir. Buna karşın bu sorunların çözülememesi ve hatta her geçen yıl daha da büyümesi ise neredeyse başka bir teamül olmuş durumdadır.
Ancak, meslek örgütü sıfatımızla yargı ve avukatların sorunlarından başlamak ve toplumun sorunları ile devam etmek üzere eleştiri ve önerilerimizi sunmanın, her şeyden önce görevimiz olduğunu düşünmekteyiz.
Bugün itibariyle Barolara kayıtlı avukat sayısı 1400; fiilen meslek icra eden avukat sayısı ise 900 civarındadır. Bu sayılar, bizi ülkenin en büyük meslek örgütlerinden biri haline getirmiştir. Ama inanın ki bu avukat sayısına olumlu anlam yüklemek çok zordur. Zira avukat sayısı, ihtiyaç ve kapasitenin çok ötesine geçmiş durumdadır. Maalesef bu duruma, diğer pek çok yükseköğretim gerektiren meslekte olduğu gibi öncelikle sağlıklı bir eğitim planlaması ve yönlendirmesi yapmayan gelmiş ve geçmiş hükümetler ile ülke kapasitesini dikkate alarak yerli öğrencilere kontenjan kısıtlaması getirme sorumluluğunu gösteremeyen KKTC’de kurulu üniversiteler yol açmıştır. Bu konuda acil bir şekilde tedbir alınması gerektiği şeklindeki çağrımızı tekrarlıyorum.
Yargı hizmetlerinin kurucu unsuru olan avukatlık mesleğinin niteliğinin düşmesi de; üniversiteden yeni mezun olup mesleğe giriş yapmaya çalışan pırıl pırıl gençlerin hayallerinin yıkılması da görmeyi istediğimiz sonuçlar değildir.
Bu yöndeki çabalarımızın bir meyvesi olarak, Fasıl 2 Avukatlar Yasası’nda yer alan avukatlık meslek icrasına ilişkin tanımın çağdaş hizmetleri içine alacak şekilde genişletilmesine ilişkin yasa önerisi meclisteki tüm hukukçu milletvekilleri tarafından sunulmuş ve komiteden de oybirliği ile geçerek genel kurula sevkedilmiştir. Mesleğimiz için büyük önem arz eden bu yasa değişikliği için tüm siyasi partilerimize ve milletvekillerimize teşekkürlerimizi sunuyorum.
Avukatlık mesleğinin öneminden uzun uzun bahsetmeye gerek yoktur. En yalın ifadeyle avukatlar halkın adalet hizmetlerine erişiminde köprü vazifesi görmekte; kişilerin hak ve hukukunun sağlanması ile ilgili son derece teknik bir meslek icra etmektedirler. Sadece bir an için yargı sisteminden avukatların çıktığını ve hak arayan kişilerin mahkemelerle avukat vasıtası olmadan doğrudan muhatap olmak durumunda kalmasının yaratacağı kaotik ortamı gözümüzde canlandırmak bile, mesleğin kritik önemini hatırlatacaktır.
Bizzat Anayasamız, özellikle kişi özgürlüğü ve hak arama özgürlüğü çerçevesinde, avukat hizmetinden faydalanmayı temel bir kişi hakkı olarak düzenlemiş durumdadır.
Bunları ne için söylüyorum? Avukatlık hizmetinin kamu hizmeti niteliğinde bir hizmet olduğunun idrak edilmesi gerekmektedir. Bu hizmetin sağlıklı ve güvenli bir şekilde verilmesini sağlamak tüm kamusal makamların görevi olmalıdır. Hâlbuki avukatlar, mesleklerini icra ederken, mesleklerini icra ettikleri hemen hemen tüm sahalarda büyük zorluklar ve engellerle karşılaşmaktadır. Bu zorluklar ve engeller, mevzuatla ilgili olabileceği gibi; sıklıkla da kötü uygulamalardan kaynaklanmaktadır. Özellikle liyakatsiz, iş bilmez, bürokrasiyi adeta engel çıkarma sanatı olarak gören kamu makamlarının sürekli olarak anlamsızca çıkardığı zorluklarla uğraşmak hem meslektaşlarımızı bezdirmekte hem de meslek örgütü olarak bizim ciddi mesaimizi almaktadır.
Unutulmaması gerekir ki avukatın karşısına çıkarılan engel, aynı zamanda hakkı aranan yurttaşa da çıkarılmış olmaktadır. Bu bağlamda, avukatın hak arayışı ve meslek icrasının önündeki engelleri kaldırmak devletin ödevidir.
Özellikle spesifik olarak belirteceğim kamu kurum ve dairelerinde bu anlamda acil tedbir alınması gerekliliğini vurgulamamız gerekmektedir:
- Polis Müdürlükleri’nde Baro olarak tüm girişimlerimize ve iyiniyetli çabamıza karşın zanlı ve/veya tutuklulara erişim ile ilgili uygulamalarda standart ve çağdaş yöntemler getirilmesini sağlayamadık.
- Bu anlamda Cezaevi’nde de sorunlu uygulamalar zaman zaman rapor edilmektedir.
- Tapu Daireleri’nde işlem yapan avukat ve vatandaşlara çıkarılan zorluklar, ilçeden ilçeye değişiklik arz eden keyfi uygulamalar, artık eziyet seviyesine varmıştır.
- Maliye Bakanlığı, sorunlu başka bir alandır. Özellikle gayrimenkul satışı, menkul icrası ve mazbatalardan yapılan tahsilatların, yatırıldığı emanet hesaplarından harcanması ve ilgili avukata aylar sonra ödenmesi, çok büyük sorunlara yol açmaktadır. Zaman içerisinde oluşan kur ve faiz farkları hem alacaklıyı, hem borçluyu mağdur etmekte hem de avukatları zor durumda bırakmaktadır.
- Tüm kamu kurum ve kuruluşları nezdinde bilgi ve belgeye erişimde çok büyük sıkıntılar yaşamaktayız. Dünyanın pek çok ülkesinde ve özellikle Türkiye’de avukatların meslek icraları kapsamında elektronik ortamda rahatça erişebildiği pek çok belge, bizim açımızdan ulaşılamaz durumdadır.
Ardı ardına yapılan yazışmalar, muhatap memuru ikna etme zorunluluğu, ısrarlı takipler, ciddi bekleme süreleri, yüksek harç ve ücretler, bir belgeye ulaşmaya çalışan avukatın boğuşmak zorunda olduğu engellerdir. Tüm bunları göze almanız ise, ilgili belge veya bilgiye ulaşacağınız anlamına gelmemektedir.
Her vesile ile her ortamda ifade ettiğimiz gibi “yargı bağımsızlığı” ülkedeki tüm kurumların, toplumun tüm bireylerinin gözü gibi koruması gereken bir değerdir.
İddia ederim ki “bağımsız yargı”nın varlığı, şu anda bu topraklarda yaşamaya devam etmemizi sağlayan temel dayanaktır.
Bu böyle olmakla beraber, yargı hizmetlerinin nitelik kaybının giderilmesi ve iyileştirilmesi için yapılması gerekenler hususunda yıllardır vurguladığımız hayati önemdeki uyarılarımızı tekrar tekrar dile getirmeyi tarihi görevimiz olarak addediyoruz:
Bu bağlamda,
- Mahkemelerin, kamu görevlilerinin çalışmayı istediği en son yer olma özelliğinden kurtarılması gerekmektedir. Mahkeme, kendi çalışanlarının sorunlarını göz ardı etmemeli, yoğun iş yükü altında ezilen personelin çalışma koşullarının iyileştirilmesi, adil ve makul bir iş bölümü sağlanması ve diğer sorunlarının çözülmesi için yönetimsel tedbirler almalı ve/veya hükümetten bunu talep etmelidir. Bu yapılmadan, mahkeme personelinin başka daire ve kurumlara geçmek konusunda gösterdiği çabayı anlamak da mümkün olmayacaktır.
- Yüksek Mahkeme’nin yüzünü yargısal işlemlerde dijital ve/veya çevrimiçi sistemlerin kullanılmasına her geçen gün daha çok döndüğünü memnuniyetle görmekteyiz. Bu konudaki gelişmelerin hız kazanmasının, özellikle en büyük eleştiri kaynağı olan gecikmelerin önlenmesinde çok ciddi şekilde faydalı olacağına inanmaktayız.
- Bir başka memnuniyet verici gelişme ise İcra işlemlerine yönelik önemli yenilikler getiren ve yargının bütün unsurlarının ortak iradesi veya muvafakati ile 2019 yılında kabul edilen Hukuk Muhakemeleri Usulü (Değişiklik) Yasası’nın uygulanmasını sağlayacak olan Tüzük değişikliğinin 4 yıllık gecikme ile olsa da tamamlanmak üzere olduğu bilgisinin tarafımıza verilmiş olmasıdır. Bu tüzük değişikliğinin yürürlüğe girmesinden sonra, icralarda yaşanan tıkanıkların giderilmesi yönünde çok ciddi bir yol alınacağı inancındayız.
- “Davaların adil ve süratli bir şekilde sonuçlanması” temel amacıyla Hukuk Muhakemeleri Usül Tüzüğü’ne getirilen ve adına Case Manegement (Dava Yönetimi) denen kuralların davaların sonuçlanmasını hızlandırmak yerine tam tersine yargıç ve avukatların ayağına dolandığı; davanın esasından ziyade usule ilişkin duruşmaların ve istinafların yoğunluk kazandığı; bu kuralların katı uygulanması ile davaların yürütülmesinde yapılan muhtemel hataların telafi edilmesinin zorlaştırıldığı; böyle bir uygulamanın ise temel amaç olan “adalet”e ulaşmayı baltaladığı yönündeki saptamamızı ve bu kuralların yargılama hukukumuzdan çıkarılması yönündeki çağrımızı yineleriz.
- Söylemekten hiç vazgeçmeyeceğimiz bir husus da yargıç tayin ve terfilerinin gizli oyla ve herhangi bir gerekçe içermeksizin yapıldığı mevcut düzenin savunulur bir tarafının kalmadığı; tüm kamusal görevlere girişte ve yükselmede aranan objektif kriterlerin yargı için de uygulanması gerektiğidir. Aksi halde atama ve yükselme kararlarının adalet ve doğruluğunun tartışılmasının önüne geçilemeyecek, bu husus ise yargıya en büyük zararı verecektir.
- Yargıçların görevlerini tam bir bağımsızlık içerisinde ifa edecekleri, “eleştirilme veya onaylanmama kaygısı” hissetmeden vicdani kanaatlerini kullanabilecekleri koşulların sağlanması; hangi kıdemde olursa olsun, yargıçlar arasında yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili hiyerarşi, kontrol, talimat gibi algılanabilecek uygulamalardan özenle kaçınılması, Yüksek Mahkeme’nin ciddi hassasiyet göstermesi gereken konuların başında gelmelidir.
- Bunun yanında, yargıçlara ve mahkeme personeline düzenli bir program dahilinde hizmet içi eğitim verilmesinin; mahkemelerdeki hizmet verimliliğini artıracağına ve standardı yükselteceğine olan inancımızı da tekrar ifade etmekte fayda görmekteyiz.
- Son olarak yargı hizmetlerindeki sorun ve aksamalar bakımından doğrudan ve birinci derecede sahip olduğumuz gözlem ve tespitleri paylaşmaya, çözüm önerileri yapmaya her zaman hazır ve istekli olduğumuzu bir kez daha vurgularız.
Yıllardır süregelen bir şekilde uyarılarımıza konu olan Polis Teşkilatının içinde bulunduğu durum, ciddi şekilde endişe verici boyuta ulaşmıştır. Kamu güvenliği açısından birincil derecede öneme haiz bu kurumumuz, nüfus ve suçlardaki artış ile tezat bir şekilde polis sayısının gerekenin çok altında kalmasının yanı sıra; teşkilattaki yozlaşma, gruplaşma, husumet, terfilerde yaşanan adaletsizlik gibi sorunlar nedeniyle, görevlerini yerine getirmekte ciddi zafiyet göstermektedir.
Cezai soruşturma gibi kritik önem taşıyan bir görev ve yetkiye sahip olan Polis Teşkilatının bu konudaki icraatının da adil olmadığı uyarısını yapmak görevimizdir. İlk nazarda polise aktarılan benzer nitelikli şikayetlerin ileri götürülüp götürülmemesine ilişkin uygulamaların standart olmadığı dikkat çekmektedir.
Daha da önemlisi olgusal ve/veya yasal olarak zayıf ceza dosyaları tanzim edilmekte; bu dosyalara bağlı olarak teminat talepleriyle kişilerin özgürlükleri kısıtlanmaktadır. Nihayetinde mahkumiyetle sonuçlanmayacak uzun yargı süreçleriyle tedirgin edilen insanların sayısında ciddi artış gözlemlenmektedir.
Bu tabloda ceza dosyası tanzim yetkisinin, adeta bir baskı aracı olarak kullanıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. İfade özgürlüğünü hedef alan dosyalar bu anlamda kategorik bir örnek teşkil etmekle birlikte; sorun bunlarla sınırlı da değildir.
Bu konuyla ilgili olarak, ceza davaları ile ilgili kesin yönetim ve sorumluluğun Anayasa tarafından tevdi edildiği Başsavcılığın da polisten gelen dosyaları süzmek ve elemek konusundaki yetkilerini yeteri kadar kullanmadığı; tutması mümkün olmayan pek çok davanın dosyalanarak ceza mahkemelerine gönderildiği eleştirisi de dile getirilmelidir.
Tam da bu noktada Baro olarak çok daha ciddi şekilde altını çizmek istediğimiz konu ise, burada ifade ettiğim nitelikteki ceza davalarının son dönemlerde mesleklerini icra eden avukatları da hedef almış olmasıdır.
Peşinen vurgulamak isterim ki bu noktada avukatlar adına asla yargısal bir imtiyaz talebi peşinde değiliz. Ancak yargı faaliyetlerinin kurucu unsuru olan, birer mahkeme mensubu olan avukatların görevlerini ifa ederken, burada ifade ettiğim şekilde kurusıkı davalarla, her gün görev yapmakta oldukları mahkemeler önüne zanlı ve sanık olarak çıkarılmasının ne kadar rencide edici, onur kırıcı bir durum olduğunun anlaşılması gerekir. Burada az önce bahsettiğim polisten gelen dosyaların hukuki incelemeye tabi tutulması ve zayıf olanların ileri götürülmemesine ilişkin yetkinin hassasiyetle kullanılması, Baro olarak Başsavcılık makamından haklı bir beklentimizdir.
Üzülerek söylüyorum ki, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devleti, ülkenin ve toplumun sorunlarına çözüm üretecek bir yapı olma niteliğinden hızla uzaklaşmaktadır. Daha da kötüsü, bu durumun gerek yönetenler gerekse yönetilenler tarafından adeta kanıksanmış olmasıdır. Toplumun geniş kesimlerinde devletten ve ülkeden umudun kesilmiş olduğunu, hiçbir konuda bir iyileşme beklenmediğini net bir şekilde gözlemleyebiliyoruz.
Buna ilaveten devlete ilişkin memnuniyetsizliğin hafife alınmayacak bir şekilde öfkeye dönüştüğüne; daha da üzücüsü devletin, kişiler arası konuşma veya paylaşımlarda sıklıkla alay konusu olduğuna her gün tanıklık etmekteyiz.
Bu tablodan çıkan sonuç, Kıbrıs Türk Toplumunun KKTC Devletine olan saygı, güven, inanç ve bağlılığının ciddi şekilde hasar gördüğü, neredeyse kaybolma noktasına geldiğidir. Bu durum, belki de spesifik konuların üzerinde, en büyük sorunumuzdur.
Bir yandan dışarıdan akın akın göç almaktayız; ama öte yandan gençlerimiz, nitelikli, eğitimli beyinlerimiz, ailelerimiz, kendilerine başka ülkelerde gelecek aramaktadır. Ortada ayağımızın altından kayıp gitmekte olan bir ülke, tüm bağları çözülmekte ve yok olmakta olan bir toplum vardır. Bu olumsuz tablonun tek sorumlusunun siyaset ve siyasetçiler olduğunu söyleme kolaycılığına kaçmamak gerekir. Ortaya çıkan bu sonuçtan, -özellikle mevcut yapıdan sağladığımız fayda ve değişime gösterdiğimiz direnç oranında- hepimiz kendi payımıza düşen sorumluluğu üstlenmeliyiz.
Ama en azından burada değineceğim ve hayati öneme sahip olduğunu düşündüğüm konularda, siyaset kurumu veya hükümetler tarafından eğer istenirse çözüm üretilemeyeceğini düşünmek de mümkün değildir.
Anayasa’ya aykırı yasaların, yasalara aykırı tüzüklerin, tüzüklere aykırı idari işlemlerin göz göre göre yapıldığı; çok sınırlı bir düzenleme alanı olan yasa gücünde kararnamelerin yasama yetkisini gasp edercesine kullanıldığı; kamu yararı ilkesinin ısrarla göz ardı edildiği bir dönemden geçmekteyiz.
Hükümetin adeta “biz yapalım, yargı bozarsa bozsun” yaklaşımı ile hareket ettiği görülmektedir. Bu yanlıştır. Başka bir yanlış ise, hükümetin her icraatını mahkemelere taşıma şeklindeki muhalefet anlayışıdır.
Teknik olarak başarı şansı olup olmadığı dikkate alınmadan, siyaseten muhalefet konusu olması gereken pek çok konu ile ilgili davalar dosyalandığı görülmektedir. Bu noktada aslen siyasetin konusu olan meselelerin mahkemeler eliyle çözülmeye çalışılması şeklinde ortaya çıkan pratik, tehlikeli sonuçlara gebedir. Mahkemelerde yaratılan siyasi nitelikli dava yoğunluğu, kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı ilkelerinin sınırlarını tehlikeye atmakta ve yargıyı hedef haline getirme potansiyeli taşımaktadır.
Devlet ve kamu kurumları istihdamlarında torpil ve kayırmacılık kokan adaletsiz uygulamalara son verilmelidir. Bu adaletsizlik, toplumsal barışın temellerine konulan bir dinamitten başka bir şey değildir.
Kamunun her kademesine giriş ve yükselmelerde “liyakat ilkesi” temeline dönmek zorundayız. Liyakat ilkesinin Devlet tarafından uygulanmıyor olması, kamu hizmetlerindeki genel bozulmanın ve çöküşün ana sebebidir.
Torpil ve partizanlık, devleti içeriden kemiren ve çökerten bir parazitten başka bir şey değildir. Kamunun pek çok kritik pozisyonu niteliksiz, yeteneksiz, başarısız kişilere teslim edilmiş durumdadır. Özellikle üst kademe yöneticileri ile ilgili olarak, bu kişilerin müşavir olup olmamasından daha önemli olan husus; üçlü kararname ile atama sisteminin derhal terkedilmesi gerekliliğidir. Pek çoğu teknik bilgi ve tecrübe gerektiren bu makamların, liyakata dayalı yükselme sistemine dahil edilmesi elzemdir.
Cezaevindeki güncel mahkum ve tutuklu sayıları bize çok açık bir mesaj vermektedir: Bu ülkenin muhaceret uygulamalarında çok ciddi bir sorun bulunmaktadır. Yasal ve geçerli bir amacı olup olmadığı süzülmeden rahatça ülkeye giriş yapan veya yasal bir statüsü olmaksızın yıllarca ülkede kalan kişilerin karıştığı kriminal olayların önüne geçilememektedir.
Kapasitesi artırılmış yeni cezaevi, daha faaliyete geçtiği ilk yıl, dolmuş ve taşmış durumdadır. Şimdiki planımız nedir? Yeni bir cezaevi daha yapmak mı? Yoksa artık ülkemize girişi ve ikameti, yasal amaçlarla sınırlı kılacak etkin bir denetim mekanizmasını uygulamaya koyacak mıyız?
Ülkedeki kontrolsüz inşaat yoğunlaşmasını, ekonomik gelişme ve büyüme kabul eden anlayıştan ne zaman vazgeçeceğiz? Tüm sahiller, tarım alanları, dağlar ve tepeler betona dönüştüğü zaman mı? Bir balon gibi şişen sektör, patlayıp yeni mağdurlar yaratınca mı? Fahiş şekilde yükselen emlak fiyatları karşısında orta halli yerli insanların konut sahibi olması tamamen imkansız hale gelince mi? Zaten yetmeyen elektrik, su, kanalizasyon, trafik alt yapıları tamamen çökünce mi? Gerçekten tüm saydığım sorunlar içerisinde ülkemize yaptığımız bundan daha büyük bir kötülük olduğunu düşünmüyorum. Gelecek nesillere ne bırakacağız? Büyük bir kısmı yabancılara satılmış, betona boğulmuş bir ülke mi?
Vatandaşlık ve göç konusunda, bu devletin bir politikası, planlaması var mıdır? Varsa nedir? Vatandaşlık vermek, sadece bir kimlik kartı teslim etmekten ibaret değildir. Ülkedeki sağlık ve eğitim başta olmak üzere kamusal hizmetlerin mevcut nüfusa dahi yetmediği açıkça ortadayken; hız kesmeksizin verilen vatandaşlıklar hangi amaca, hangi kamu yararına hizmet etmektedir? Yasada yer alan istisnai vatandaşlık verme yetkisinin, yasal kriterlerin varlığı aranmadan, komik denecek gerekçelerle rutin bir uygulamaya çevrilmesi ve ülkeyle doğru dürüst bağı olmayan kişilere bile vatandaşlık dağıtılması, her şeyden önce KKTC Vatandaşlığının değerinin bizzat devletin kendi eliyle düşürülmesi değil midir?
Evet, konuşmamın başında size umut ve motivasyon dolu bir konuşma yapamayacağımı söylemiştim. Yine de, özellikle genç meslektaşlarımızın azmi ve enerjisine baktığımda, arzu ettiğimiz değişiklikler için uğraşıp çabalayacak gücümüz olduğunu görüyorum. Barolar Birliğine kayıtlı avukatlarımıza, gerek mesleki gerekse toplumsal sorunlarla ilgili üstlerine düşeni yapacakları konusunda güveniyorum. Kıbrıs Türk Barolar Birliği olarak, bugüne dek olduğumuz gibi bağımsız yargıyı, demokrasiyi, insan haklarını ve toplumumuzun refahını savunmaya devam edeceğiz. Yeni adli yıl hepimize hayırlı olsun.