1947 de İlkokula yeni başladım. Mağusa Surlar içindeki Osmanlı hanlarından bozma, iki buçuk kemerli, toprak damlı, iki büyük odalı üç kemerli, koskoca avlusu olan rahmetlik Bakkal Hüseyin efendinin kiralık evinde oturuyorduk..
Eskiden bir evde ana baba, dede nine, çocuklar torunlar ve varsa ailede ve darda olanlar falan.. Hep birlikte kalır birlikte yaşarlardı. .. Tutun ki patriyakal aile sistemi..
Doğrusu çok şenlikli olurdu öylesi kalabalık aileler.. Allah ne verdiyse yenir içilir, kalmışsa geriye bazı kırıntılar, asla köpeksiz kedisiz ev olmaz, onlarla da o hayvancıklar idare ederdi. Ama gerçek şu ki fukaralık vardı dayanılmazcasına!
O yıllarda Filistin’den gelen tuzu kuru Araplar başlık parasına kız alırlardı. Halalarımın en küçüğü olan “Natika halamı bu amaçla Filistin’den gelen ve mesleği berberlik olan Suphi eniştem istetmiş (her halde aracı tefeciler de koşullara uygun yaratılan bu düzenin bir parçası olmalılar) çarçabuk kıyılan nikâhın ardından da eniştem hemen karşı kıyıdaki “Yafa’ya gelini karısı olarak götürmüştü.. (Ha yeri geldi yazayım.. Rahmetlik Neriman Cahit’in kitabında yazdığı gibi Filistin’e gelin giden kızlarımız ne istismar edilirlerdi ne sersefildiler. Aksine çoğunun bayağı müreffeh denecek hayatları vardı.. Nitekim halamın kocası Suphi Eniştem de berberdi ve günde beş vakit namazını kılardı. Kaldı ki Rahmetlik halam anlatırdı nasıl müreffeh bir hayatları olduğunu…”
KISACA daha o yıllarda Yahudilerle kopan arbede sonunda “Filistin davasına” da aşina olduyduk.
Mağusa’dan kız aldıkları için Mağusa’ya gelip yerleşen en az beş altı aile vardı.
Eniştem berberdi. Tenekeci, humus dükkânı olanı vardı. Yahudilerin zaman içinde güçlenerek kendilerini nasıl aldattıklarını, nasıl kıyıma uğradıklarını anlatırlar ağlarlardı..
FİLİSTİN davası ile aşinalığım o yıllarda başladı. (Sonradan geçen zaman içinde “köşe” tuttuğum gazetelerde bu konuları türlü çeşitli anlatımlarında işleyenlerden biriyim. Tabi halam eniştem çoktan rahmetlik oldular. Çocuklarından hâlâ hayatta olanları ile zaman zaman görüşürüz.
FAKAT Filistin odaklı siyasi sorun, o yıllardan bugünlere hiç bitmemiş dinmemiş ki yıllar sonra bir yenisini yaşıyoruz!
Oysa çok sonraları başlayan Kıbrıs siyasi sorunu, adanın ikiye bölünmesine karşın tutun ki şu 1947’lerden bu yana aradan 70 yılı aşkın süre geçmesine karşın biz Kıbrıs Türkleri evet EOKA gibi bir terör örgütünün hışmına uğramışsak da yurdumuzu terk etmedik. Aksine daha çok kökleştik hatta “devlet” olduk.. Oysa Filistinliler yurtlarını kaybettiler.. Çünkü arkalarında Türkiye gibi muktedir bir anavatanları yoktu. Ki Türklük dünyası içinde Türkiye’nin güvencesiyle yaşayan var olan en talihli topluluklardan biriyiz.
ÖYLE de bu büyük gerçekle nimete karşın aramızdaki bazı siyasi partilerle akılları havalarda uçuşan bazı siyasi liderler Türkiye’yi silkelemeye KKTC’den söküp atmayı hedeflemektedirler!
Rum tarafı ile oluşturacakları “federasyondan” medet umanları bile vardır!. Her neyse diyorum ekliyorum: Bu son olaylar Ortadoğu’da siyasi dengeleri yeniden değiştirir mi bilinmez ama şu anda Akdeniz çanağında doğruya doğru dediğimce en güvenli devletlerden biri KKTC’dir.. Tabi Türkiye’nin üzerimize serdiği güvenlik şemsiyesi nedeniyle…
KISACA TAKILDIĞIM: (ŞU EĞİTİM ÖĞRENİM ÜZERİNE DÜŞÜNDÜKLERİMDİR!)
Henüz ilkokuldaydık. Ve İngiliz sömürge idaresindeydik. Beklerdiniz ki önce küçük çocuklar sonra da “sömürge yönetimi” ahkâmlarında “baştan savma “eğitim öğretimle” yetişelimdi.
HAYIR! Aksine mesela “temizlik tertip,” “adabı-muaşeret,” “bahçe işleri,” okul sınıflarının atölye haline getirilerek “resim ve el işleri” dersleri, “beden dersleri, kasa minder hareketleriyle birlikte…
EĞİTİM öğrenimde bir gün değil, bir saat da değil.. Teneffüsün ve tatillerin dışında bir dakika bile heba edilmez, boşa geçirilmez, sınıflar asla öğretmensiz bırakılmaz, hem öğrenciler öğretmenler okula geç gelemezler, hem de öğretmenler özel işleri için görevli oldukları okullarından ayrılamazlar, ayrılacaklarsa çok geçerli mazeretleri olması gerekirdi..
“Eğitim öğrenim çok katı yasaklar ve kuralları nedeniyle hem korkulandı fakat verdikleri, sağladıkları, öğrettikleriyle de çok sevilendi..
ŞİMDİLERDE “eğitim öğrenimin” böylesi değer ve öğretileri üzerinde inşa edilmediğini biliyorum.. Şöyle ki aylarca sürecek grevler de olabilir, zırt pırt uyduruk tatiller de.. Her yeni ders yılı sancılı başlar kavgalı devam eder.. Okullar tatillerden tatillere atlarlarken de kim ne öğrendi bilinmez Allah’ına canına artık denir…
SONUÇ: Yeni bir nesil yetişiyor. Hatta yetişti çoktandır da ülkenin türlü çeşitli iş kollarında türlü çeşitli mesleki bilgi ve becerileriyle de bu kez kendileri yeni yeni öğrenciler yetiştirmekte, topluma katkıda bulunurlarken, hizmetleri ve bilgileriyle de devletin kalkınma ve büyümesine yardımcı olmaktadırlar…
HAYIR!! Yukarıda yazdıklarımın çoğu olmadı olamıyor!.
Fakat ülkenin en saygın mesleki kesimi olması gereken doktorlar ki doktor olabilmek için yıllar yılı okullarda ömür törpülerler; bu ülkede nasıl yaşanacağını, nasıl tuzu kuru yurttaşlar olacaklarını, hakları olsun veya olmasın nasıl para kazanacaklarını öğrendiler ki hayret!
HAYRET! Çünkü bu öğrendiklerinin içinde mesela gün gele devletin kendilerine sağladığı bu olanaklarla “sigortaları söğüşlerlerse büyük oranda parasal menfaat sağlayacaklarının” öğretileri yoktu!
FAKAT NE VARDI? İşte artık bu soruya hem okullarda hem de aileler bünyelerinde cevap vermek zorunluğu vardır..
Çünkü hastalarına şifa dağıtırken onları yeniden hayata döndüren doktorlar, hastalarına ilaç satarak sağlık afiyet kazandıran eczacılardırlar ki bu nedenle ülkenin en muteber ve Allah katında en makbul insanları olmaları gerekirdi ama… İşte Kıbrıs Türk toplumu yıllar sonra bu en hassas olduğu yerinden bıçaklandı!
DEMEK insanlara can veren, hayat veren bu “ulvi” diyeceğimiz meslek sahibi doktorlarımıza eczacılarımıza bazı dersler iyi öğeretilmemişler…