Geçen haftaya “yılların kronikleşmiş sorunlarıyla başlarken anladıydık: “Bir devleti bir günde kurmak mümkündü. Ancak “zor olan” kurduğunuz devleti sağlıklı yaşatabilmek için hem belirli bir siyasi kültüre sahip olunmalı, bir yandan da “siyasi tanınmışlığı” sağlayacak kadar da “kudretli” olunmalıydı…

TUTUN Kİ uzunca bir süredir cemaat esamesinden “devlete” evrilen KKTC, aynı zamanda bu büyük “siyasi değişiminin” de sosyoekonomik gelişmişliğini hazırlamaktadır… Nitekim bu çabalardan bir yenisine geçen hafta tanık olduktu. Şöyle:

GEÇTİĞİMİZ hafta önce Türkiye’de uygulamasına başlanan bazı ekonomik iyileştirmelerin bir ayağının da KKTC de devreye sokulması için çalışmaların başlatılmasına yönelik bir dizi kararlar alındığına tanık olduktu. BAŞBAKAN Sn. Ünal Üstel bu konuda açıklamalarda bulunurken öncelikli olarak “enflasyondan kaynaklı sıkıntıları gidermeye yönelik tedbirler alınmakta olduğunu” vurguluyordu.

Hedefin “enflasyona yenik düşürülmeyecek ek destekler sağlamak olduğunun” da özellikle bu vesile ile altı çiziliyordu. Mesela:

BİR SÜRE önce kararı alınan “ilk evim” sosyal konut projesinin devreye sokulması.

YARIM kalan tüm yol projelerinin tamamlaması, yanı sıra bazı okullarımızın depreme dayanaklı hale getirilmeleri.

Malum olduğunca 500 yataklı hastane yapımı. Keza Girne ve Güzelyurt’ta da Hastane yapımları.

Bazı yörelerde Sağlık Merkezleri kurulması. TC’den kablo ile elektrik akımı sağlanması…

Bu konularda KKTC’den sorumlu yeni “koordinatörümüz” Cumhurbaşkanı yardımcısı Sn. Cevdet Yılmaz ise bu tasavvur ve yatırımların kısa sürede hayata geçeceği müjdesini veriyordu.

DOĞRUSU hiç şüphemiz en küçük bir tereddütümüz zaten yoktu. Her zamanki gibi biliyorduk ki Türkiye KKTC’ye yönelik türlü çeşitli “yardım ve yatırımlarını” yapmaya devam edecektir. Üstelik “falan iktidar, filan siyasi parti, şu Başbakan ve bürokrasi…” Demeden! Sorgulamadan!

YILLAR geçip giderken bile Kıbrıs Türk halkını tedirgin edecek en küçük bir zerzenişte bulunmadan…

Hatta bunca yıldır “grak” dediniz mi su, gruk dediniz mi et verdim. Peki buna karşılık ya siz ne yaptınız” diye sorgulamak gereğini duymadan.

En azından başlara takaza olacak şekilde vurmadan, varsa hesabı sorulacaklar fısıltılarını bile işittirmeden.

ASIL BÜYÜKLÜK ise “kurtardığını dönüp istismar eden, onur kırıcı politika izlemeden, böylesi tatsızlıklara tevessül etmeden”.

Kİ YERİ GELDİ YAZAYIM: Türkiye’nin payitahtı Ankara’nın bugüne kadar “biz veririz siz yersiniz, ensemizden hayat sürer sonra döner bize verip veriştirirsiniz” serzenişinde bulunduğuna da hiç tanık olmadık! 

KISACA Türkiye (zaten sömürülecek nesi var dediğimce) KKTC’ye laf ola beri gele de olsa “Kuzey benimdir benden sorulur” demedi. Kuzey’e yönelik tırnaklık yardım ve katkılarını bile iki ayrı ülke ilişkileri resmiyetinin protokollerinde oluşturdu. Hem de şu anda bile KKTC’nin “TC’nin bir vilayeti olmak mücadelesi değil “ayrı bir devlet olarak tanınmasının mücadelesini vererek.

VE KKTC’yi İLK tanıyan dünya devleti de Türkiye olarak.

BU YOLDA bir ikinci siyasi adım da bir süre önce atılmış ve KKTC Devleti “Türk Devletleri topluluğuna” gözlemci üye olarak kabul edilmiştir. Bu siyasi gelişmelerin sonunda ise kimsenin şüphesi olmamalı, “bağımsız bağlantısız KKTC devletinin, dünya haritalarında kendine özel mavi rengi ile yer alacağı günleri de göreceğiz”.

***

(…YUKARIDAKİ düşüncelerimle değerlendirmelerimi yazmak zorunda olduğum bir vefa borcu olarak gördüm)

Ne zamandır aklımın bir kenarındaydılar. Türkiye’ye minnet ve şükran borcumuz vardır. Ki dünyadaki milyonlarcası Türk topluluk ve devletleri arasında Türkiye bizi adeta nadide bir çiçek gibi yetiştirirken hepsinden ayrı gayrı ve çok özel bir siyasi konuma ulaştırdı. Ve “Anavatan yavru vatan” söylemiyle dünya siyasi literatüründeki gerçekliğini Türklük dünyasının şeref bayrağı gibi dalgalandırdı…

NE ZAMANDIR bu düşüncelerimi ifade etmek istiyordum. Bana bu fırsatı bahşeden yine Türkiye’nin yukarıda sözünü ettiğim KKTC ye yönelik söz konusu yatırımları projeleri oldu. Allah başımızdan eksik etmesin diyorum…

***

KISACA TAKILDIĞIM: (KONUT SORUNLARI DERKEN) Kira evinde doğdum. Kira evlerinde yetiştim, evlendim, çocuklarım da kira evlerinde dünyaya geldiler.

1974 Barış Harekatı’ndan sonra terkedilmiş Rum evlerinden istediğim her hangi birine taşınmam mümkünken, oturduğum kira evinden bir başka Türk’ün kiralık evine taşındım. Kısaca çocuklarım da kiralık evlerde büyüdüler. Yıllar sonra zar zor bir “sosyal konut” sahibi oldum.

BU NEDENLE “kiralık ev nedir aslında ne olmalı nasıl olmalıdır” iyi bilirim. Ki artık bizde de göklere doğru uzanan çok katlı binalar vardır ama hâlâ ne kanunları nizamları vardır ne “kapıcıları” ne de ikamet eden aileler arasında iş birliğiyle dayanışma. Aksine kavgalı dalaşmalı, gürültülü patırtılı hatta mahkemelik olayları vardır. Yani Apartman hayatına da intibak edemedik.

***

FAKAT eğer bu çağda, 2023 yılının şu dünyasında, dört beş, daha fazlasıyla çocuklu dar gelirli ailelerin ikamet etmek zorunda kaldıkları “kiralık evlerini” görseniz insanlığınızdan utanırdınız ben utanıyorum.

Meraklısı varsa gitsin Maraş’ta Rum’dan kalma o fukara mahallerindeki kiralık evlerde oturan, üstelik çok çocuklu ailelerin durumlarını görsün. Üzülmez, kahrolursunuz.

Kİ KUZEY’den Güney’e kat katımız Rum nüfus göç ederken arkalarında yedi sülalemize yetecek konut, iş yeri, küçüklü büyüklü sanayi tesisleri, dükkânlar bıraktılardı. Paylaşamadık, sosyalleştiremedik, kısaca değerlendiremedik.

OYSA sadece Maraş’tan 50 bine yaklaşan bir nüfus kaçtıydı Güney’e. Maraş’a (aşağı Maraş) dediğimiz mahallelere yerleşen Türkler yarısı kadar bile değillerdi.

(FAKAT bu göç hareketlenmelerinin asıl gerçeği şu olmalıdır: Barış Harekâtına da hazır değildik, planlı programlı bir stratejide Maraş’a ve Rumların Güney’e kaçarken arkalarında bıraktıkları taşınır taşınmaz mülklerinin sahipliğine hazır değildik. Ne fikir olarak ne de imar iskân politikaları olarak.

ŞU dönemlerde de ki aradan kırk yıl geçti, adadaki Türk-Rum mülkleri sorunları diye de bir sorunumuz yoktur (zannediyoruz!) Ancak bilmekte yarar vardır. Bir gün kaçınılmaz süreçte bu adada kalıcı çözümün kapılarını açmak zorunda kaldığımızda bilelim ki “tarihe gömüldüğünü sandığımız adadaki Türk Rum mülkleri konusu kesinlikle gündeme gelecektir. Ve her iki toplum da “karşılıklı olarak mülkler konusunda mahsuplaşıp ortak karara varamazlarsa asla “kalıcı çözümü” sağladık diyemeyeceklerdir.

BU nedenle o günlere bugünden kafa yormak gerekir. Kaldı ki bu adada henüz hiçbir sorun “oldu bitti” denecek çözüme ulaşmamıştır bir gün mutlaka kapımızı çalacaklardır ama.