Belki çocukluğumdan kalma bir takıntıdır. Şöyle: 1945’ler sonrası olmalı. Henüz Türk cemaatinin sinemalarının, salonlarının olmadığı yıllar.. Buna karşın Rumların köylerde bile sinema salonları vardı. Mağusa’nın Maraş’ında ise üç tane.. Üstelik “yazlık ve kışlık” sinemalar. Localı, kadife koltuklu: “Hacıhambi, İreon ve Olimpia” adlı sinema salonları..
YAZ aylarında Münir Nureddin Selçuk, Safiye Ayla, Hamiyet Yüceses, Ahmet Üstün gibi ünlü şarkıcılar türkücüler bu sinemalarda konserler verirlerdi.
Söz konusu konser akşamlarında “maaile” ya bir ya iki atın çektiği “garatso” dediğimiz faytonlara doluşur veya velespitlerle; o da yoksa, Mağusa surlar içinden Maraş’taki bu yazlık sinemalara yürüyerek taşınırdık..
Yanı sıra Zati Sungur gibi “ilizyonistler” de gelirler, biz seyircilerin gözleri önünde yetişkin bir kızı bıçkıyla ikiye ayırırlardı! Yarabbi nasıl heyecanlanırdık! anlatırken hâlâ içim titrer ki henüz ilkokula yeni başladımdı..
***
“SEVMEM” dediğim Eylül ayını o rengârenk, cıvıl cıvıl yaz tatillerinin sonu olduğu ve okula başlamak zorunda kaldığımdandı! Ki ayni melankolik duygularımdan biri de henüz siyah beyaz olan Türk filmlerinden dolayı olmalıydı. Nedense birbirlerine deliler gibi aşık iki genç asla “kavuşamazlardı!” Kız ya verem olur filmin sonunda kan kusarak ölürdü ya da “oğlan” dediğimiz kızın sevgilisi dayanamaz intihar ederdi!
Senaryosu ne olursa olsun hemen her defasında “kızla oğlan” filmin sonunda kesinlikle ölürlerdi ki perdede “son” yazarken, dünyada kavuşamayan iki aşık göklerde el ele tutuşup melekler gibi uçarak buluşurlardı! Ağlardık tabi! Zaten Türk ulusu hep ağladı…
BALKAN savaşları, İstiklal Savaşı, ardından 1. Dünya savaşı… Dünya yanıp kavrulurken Kıbrıs adasının nasibi de “yokluk, işsizlik, açlık” oluyordu..
Ölürken tek mutluluk Allah katında en büyük mertebe olan “kelimeyi şahadet getirmekti!”
BİZ Kıbrıs Türk halkı ki o yıllarda kendimize “cemaat” derdik işte bu filmler, filmlere konu olan “olaylarla” yetiştik.. Hep acılı hep gözü yaşlı hep ölümüne yaşamlar…
VE dönelim kendi küçük dünyamıza:
***
BELKİ KIBRIS’I KURTARAMADIK! En azından “kuzeyine” sahip çıktık ki şimdilerde adını “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” koyduğumuz bu toprak parçasında hâlâ var olma mücadelesini sürdürüyoruz..
Becerebiliyor muyuz? Cevabının yerine bir soru işareti ve üç nokta koyuyorum çünkü bilemiyorum. Buna karşın şuna inanıyorum: Artık Kıbrıs Türk toplumu bünyesinde oluşan yönetimler “minyatür” diyemeyeceğimiz “büyüklüklerin” becerilerine sahiptirler.. “Devlet nedir,” “plan program nedir “nasıl hazırlanır nasıl yürürlüğe girerler…” Kısaca yönetim sisteminin çarklarını çevirebiliyoruz artık.
***
KISACA TAKILDIĞIM: (PEKİ EĞİTİM DEDİĞİNİZ SİZİN KAFANIZA GÖRE Mİ OLSUN?) Onca beceri kazandık yol kat ettik de nedir bu “laiklik tartışmaları?” Ki artık seksen milyonluk Türkiye’nin gündeminde bile yer almıyor.. Oysa biz “gitti elden” feryatlarında sorun yapıyoruz..
SANIRSINIZ ülkedeki asıl büyük sorunlar “dindarlar, dini kitaplar, din üzerine kurulu faraziyeler, “dini” denen öğretiler, dini inançlar ve yazılı resimli metinleridirler!
NİTEKİM yıllar önce bir ara Şeyh Nazımla başlatılan “laiklik” tartışmaları da yeniden gündeme taşındılar..
Şimdi deniyor ki “okul kitaplarında laikliğe aykırılık var!” Henüz o kitapları görmedim inceleyemedim.
Fakat mutlaka tedarik edip okuyacağım. Buna karşın bazı düşüncelerimi sonuçta bir eğitimci olarak çok kısaca yazayım.
EĞER siz “yemek sofrasından kalkarken “şükürler olsun” deyişini bile “laikliğe aykırı dini bir emir” olarak telakki ederseniz, hadi olsun evet vardır diyelim de!.
OYSA insanın doğasında da vardır: Bir işe başlarken, bir yolculuğa çıkarken, bir sınavdan geçer yada sağlık afiyetle ilgili sorununu atlatırken “şükür” der şükürler olsun derler…
Eee! Şimdi bu “şükrün” önüne konan ve “ilahi yarabbi” kelimeleriyle bütünleşen ifade mi laikliğe aykırı olur?
YANİ “laikliği” bu kadar basite indirgeyerek “dinin” de sonuçta en basitinden bir öğreti olduğuna tahammül edemeyenler, “maneviyatın” yerine neyi ikame edecekler ki insanlar “insanlığın insanlıklarının” ne olduğunun farkına varsınlar!
***
KALDI ki laik bir düzende, evet doğrudur. Kimse kimseye kendi ahlaki değerlerini görüş ve tutumlarını empoze edemez.. Hatta devletin okullarında ders haline getirilse bile..
TABİ olayın bu kadar ileri boyutta olduğunu sanmıyorum. Ve doğrusu Eğitim Bakanı Sn. Çavuşoğlu’na yönelik sözlü saldırıları da tasvip etmenin mümkün olmadığına inanıyorum..
BİR EĞİTİM Öğretim Sendikasının ya da sendikalarının en azından mesleğin ve ilmin lafzına uygun davranmalarını eğer varsa sorun bunu barışçı ve terbiyevi bir şekilde anlatıp karşılıklı görüşlerde fikir birliğine varmalarını beklerdim… Hangi sıfatla derseniz “öğretmenlik” derim.. “Eğitim” adına derim..
VARSA EĞER ders kitaplarında yanlışlar, bunları “ilgili yetkili sorumlularla konuşup düzeltilmelerini sağlamak” bile bir eğitimdir… Bizse kavgalar kopardık. Ki yazık ki yazık çocuklarımız da bu kavgalar içinde yetişmek zorunda kalmaktalar.. Yoksa bu mu eğitim?... (Pazartesi buluşmak üzere..)