Durmadan artıyorlar. Bir bakıma bu gelişmekte ve büyümekte olduğumuzun ispatını da çakıyor… Nitekim daha düne kadar yollarımızda tek tük görülen arabalara karşın şimdi onları kovanlarından fırlamış arılar gibi seyrüsefer eylerlerken görmekteyiz.
Keza yerden mantar gibi biten evler apartmanlar, neredeyse ülkeyi koca bir şantiyeye çevirdi. Kaldı ki hayal edemeyeceğimiz kadar çok katlı binalar, devasa oteller sahibiyiz… Ve büyük bir hızla kentleşiyoruz. Şöyle ki artık köyler kentlerle birleşti. Zaten herhangi bir “köy” mefhumu da kalmadı.
ABARTILI olacak ama “hani daha yaklaşmadan bir mil öteden “fışkılıklar” dediğimiz hayvan dışkıları kokularının savrulduğu, toprak fırınlarında mis gibi ekmeklerinin, peksemetlerinin pişirildiği benim o güzelim köylerim artık yok. Kentleştiler!
Dolayısıyla “köy ekonomisi” de kalmadı! Eskiden köyler kendi ekmeklerini kendileri yapardı. Şimdi o köylere mahsus ev ekonomisi, belki artık pek az ülkede kaldığı gerçeklerde bizde de yitip gidiverdi…
TUTUN ki artık yollarda vızır vızır gidip gelen binlercesiyle arabalar furyası karmaşasında eskiden arada sırada gelinip gidilen köylerle kentler arasında şimdi köyden indim şehire” şarkıları söylüyoruz!
NE VAR Kİ bu kez de bir başka sorun gelişiyor! Gitgide üretimden kopuyoruz. Bu da üretici değil, gide gide tüketici toplumu olmaya başladığımızı ayazlatıyor… Ve deniyor ki artık “turizm ve hizmet sektörlerine asılmak zorundayız.”
TABİ bunlar da “siyasi yönden tanınmamış” devlet oluşumuzun ambargolu sorunlarına takılıyorlar ki…
Bu işin sonu “durun bakalım ne olacak” sorusuna verilecek cevaba kaldı ama ondan önce hâlâ almamız gereken tedbirlere yönelik kopya çekeceğimiz bir Rum komşumuz da vardır, parmağımızı oynatmasak bile kahrımızı çekecek bir anavatanımız da vardır…
İŞTE bu iki unsuru artık “çare” yapmalıyız. Nasıl?
***
DÜNYADA en kolay şeyin “akıl vermek” olduğunu biliyorum. Üstelik Kıbrıslı da akıl gani gani?
Nitekim Rahmetlik Menderes’i astıklarında Mağusa meydanındaki bir kahvehanede sabah sohbetlerini yapan işçilerinden biri şöyle dediydi hüzünle: Yahu bu millet seni sevdi, koskoca başbakan yaptı, ne vardı siyasete karışasın da seni assınlar!
FAKAT şimdilerde asıl “akla” çok büyük ihtiyacımız vardır… Mesela daha on beş yıl öncesine kadar üniversiteden mezun olup ülkeye dönenleri havada kaparlardı… Yetişmiş elemana çok ihtiyacımız vardı… Ne var ki parantez içinde yazayım, bu toplumsal değişime karşılık mezun olan gençlerimizi “ihtisas alanlarına” değil, devlet kademelerinde “memurluklara” kanalize ettikti… İhtiyaçtan da değildi… Resmen “mevcut iktidarların popülizmden kaynaklı partisel çıkar hesaplarından dolayı!
***
ESKİ HATALARI sayıp dökmenin kimseye faydası yoktur ama bugün artık sürülerimizi otlatacak, ağıllarımıza bakacak çobanların yetişmediği, bu nedenle TC’den getirtildiği…
İnsanlarımızın dönümlerce tarlasını bağını bahçesini ekip biçmek yerine devletin filan dairesinde memur olarak çalıştığı…
Ekilip biçilecek arazilerin üzerlerine otellerin, apartmanların, villaların yapıldığı, gitgide hayvan popülasyonunun ihtiyaçlara cevap veremeyecek kadar azaldığı zaten memlekette çobanların bile kalmadığı TC’den getirtildiği gerçeklerde bakıp bakıp sevinmek çok da mümkün değildir…
***
ELBETTE bunlar sadece yapısal kusurlarımız değillerdir. Ya da toplumsal açmazlarımız… Siyasi koşulların yarattığı anomalilerdirler de!
Tabi elimizde geleceklere yönelik araştırmaları yapılmış, dolayısıyla tedbirlerinin söz konusu olduğu veriler de yoktur… Güney Rum’u işgal edemeyeceğini çok iyi bildiği Kuzey’e sahiplik koymayı zamanın geçişine bırakmış o geleceği kolluyor! Ya da federasyon sistemini savunurken kendi çoğunluk sultası altına girmemizi gözlüyor!
***
BUNLARA KARŞIN: Her halde anlamıştır. TC’ye karşın Kuzey üzerinde bir egemenlik kurması mümkün değildir. Ki “TC’ye karşın Kuzey’de o egemenliği nasıl olursa olursa olsun” diyerek bizim sağlamamız da mümkün değildir…
Rum’un Kuzey’de hâlâ çıkarları varsa “Türkiye’nin de hay hayda vardır” ve zaten artık yavru vatanıdır…
Dolayısıyla Mevcut siyasi durumu sadece “olası bir Türk Rum çatışması” değiştirebilir ki o da artık Kuzey-Güney gerçeklerinde saçma sapan bir eylem olarak kalıyor.
***
BÜTÜN bu anlattıklarımızdan sonra yine de eksik kalan şudur: “Bu adada çözümün ne zaman sağlanacağı!” Galiba ben göremeyeceğim ama bari geriden gelenler görüp yaşasınlar!
***
Ve SÜREKLİ KAŞINAN TMT! Bir süredir yine ortalarda salınıyor… Uğruna yazılanlar ise gırla devam ediyor… Büyüklük atfedenlere karşın “küçümseyenler” oluyor…
VE şu anda bile TMT hâlâ yargısal düşüncelerde eleştirilip yorumlanıyor ki bazıları için faşist bir kuruluş bazıları için ulusal bir mücadele teşkilatı.
Milli mücadelelerde her devirde böylesi “teşkilatların” oluşması kaçınılmazdır… Kaldı ki Güney’de bir EOKA varken…
BEN Mağusa’da TMT teşkilatının merkezi sayılan Radyo tamirci ve satıcısı olan Ali eniştemin surlar içindeki evden bozma atölyesinde büyüdüm… Ali eniştem Şefik Karakurt’la ve arkadaşları ile birlikte Mağusa’da TMT’yi kurup devreye sokandı… (Bana da her aklıma geldiğinde yazıp güldüğümce daha lise öğrencisi iken “seni de TMT’ye alacağız” dedilerdi de bir Mağusa işittiğinde, “senden dedilerdi her şey olur ama TMT’ci olmaz!...” Gülüp geçerdim bu kınamalarla serzenişlere…
TC’den deniz yoluyla gelen silahları Balalan köyü açıklarında silah yüklü gemiden akşamın en karanlık anlarında ve kış kıyamette rahmetlik Ali Eniştem ve hâlâ hayatta olan bazı arkadaşları yüzerek kıyıya taşırlardı…
Bu mücahitler ölene kadar hatıralarını anlatmadılar. TMT yeminine uygunluğunca sadece anlatılabilenleri anlattılar. Mağusa’da o zaman Şefik Karakurt sancaktardı. Beni sevmezdi… Ki o yıllarda 1957’lerde falan lisedeydim ve evet çok konuşan lafazan bir öğrenciydim…
SONRALARI Mağusa sancağında DAL 7’de rahmetlik Burhan Nalbantoğlu’nun isteği ile yardımcısı oldumdu… Lefkoşa’dan Mağusa’ya adeta sürgün gelmişti. Ki şimdilerde hâlâ kaşınılan bazı TMT olaylarının başıydı.
Kendisini çok iyi tanıdığımdan benim için yadırganacak tek yanı yoktu çünkü kendisi zaten önce kendi ile kavgalıydı…
… Yarın bu konuya az biraz devam etmek devam etmek isterim.