Şiirin doğuşuna bakıldığında, kutsal bir nitelik taşıdığı görülmektedir. Bu kutsallık insanın anlam arayışının ve dünyada kendini konumlandırma isteğinin bir sonucudur.
Dünyaya gözlerini açan ilk insanlar, doğa olaylarını anlamlandırma noktasında anlamsızlığın endişesini yaşamıştır. Gece olunca ışıkların sönmesi, fırtınanın ortaya çıkması, kuraklığın, hastalıkların görülmesi insan türünün doğayı anlamlandırması noktasında büyük bir gizem yaratmıştır.
Bu nedenle mitolojinin doğuşu da insanın doğayı anlamlandırmasının bir sonucudur. İlk insanlar doğa olaylarını kutsal inanç sistemleri oluşturarak anlamlandırma yoluna gitmiştir.
İskandinavya mitolojisine bakıldığında insanların doğa olaylarını anlamlandırmak için Tor adı verilen ve elinde bir çekici olan Tanrı’ya inandığı görülmektedir. Yağmur, fırtına gibi doğa olayları Tor’un çekicini kullanması sonucu oluşmaktadır. Kuraklık olduğu durumlarda ise insanlar Tor’un çekicinin çalındığını düşünmüşlerdir.
Görüldüğü gibi mitoloji insanın doğayı anlamlandırması ve içindeki boşluğu doldurması için önemli bir yerde durmaktadır.
İnsanın özünde bulunan anlam arayışı ve anlatma ihtiyacını bir arada düşündüğümüzde mitolojiyle şiirin de bağlantılı olduğun söylenebilir. Nitekim Antik Yunan’da Yunan Tanrılarına şiirsel yakarışlar söz konusudur. Şiirle bağlantılı olarak Şarap Tanrısı Dionysos için yapılan şölenlerde şiirler okunması akla getirilebilir.
İslamiyet’ten önceki sözlü edebiyat dönemine bakıldığında da şiirle kutsallığın / inancın bir arada olduğu görülmektedir. Prof. Dr. Mine Mengi, bu nedenle Eski Türk Edebiyatı Tarihi adlı kitabında “Bütün edebiyatlarınki gibi Türk edebiyatının doğuşu da dinle yakından bağlantılıdır” demiştir.
Türklerin kabul ettiği en eski din olarak bilinen Şamanizm’de şairler din insanlarıdır (şaman). Sözlü kültürün hakim olduğu dönemde Toy ya da Şölen denilen ziyafetlerde koşuk şiir türüyle şiirler söylenmiş; Yuğ adı verilen matem törenlerinde sagu türünde şiirler söz konusu olmuştur.
Tüm bunlara bakıldığında şiir, şair ve kutsallık üçgeninde bir varoluşun kendini gösterdiği ortadadır.
Şairin kutsallığından insanın emeğine geçiş
Şiirin kaynağının dine dayanması ve şiirin bir “yaratma süreci” olarak düşünülmesi, şairin de geçmiş dönemlerdeki yoğunlukta olmasa da kutsal bir varlık olduğu sonucunu ortaya çıkarmaktadır.
Bu kutsal varlık algısının altında ise şairi diğer insanlardan ayıran “ilham alma” özelliğidir. Şairin ilhamla şiir yazması düşüncesi, şairi kutsallaştırma yanılgısının bir dışavurumudur.
Şiirin ilham / esinle yazıldığı konusu geçmiş dönemlerde de tartışma konusu olmuştur. Bu noktada Paul Valery’nin “İlk dize Tanrı vergisidir, gerisi alın teridir” sözü de hatırlanmaya değerdir.
Şairin ilham yoluyla şiir yazması şairin şiirsel varoluşunu gerçekleştirebilmesi için çektiği acıların yadsınması olarak düşünülebilir. Şairi, diğer insanlardan ayıran özelliği kutsal bir mesaj alması değil, kendini şiire adaması, hayatı boyunca şiir üzerine kafa yorması ve bu eziyetten de keyif almasıdır.
Şairin yaratıcılığı, kendini yaratmak için giriştiği zorlu yolun bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Nitekim bir şiirsel bilincin oluşabilmesi için şair adayının şiir, öykü, roman, oyun gibi edebî türlerin yanı sıra poetik, tarihi, felsefi, doğa bilimlerini de içine alan geniş bir okuma yapması gerekmektedir.
Şair adayı duygularını nasıl sanatsal bir düzeye çıkarabileceğinin ve kendi şiirini bulabileceğinin yollarını arayarak sürekli şiir üzerine düşünmekte, edebiyat dergilerini takip etmektedir.
“Fırtınanın içinden gelen bir ses midir şiir” diye soran İlhan Berk, şairin bu durumunu şu şekilde ifade etmektedir:
“Bir çeşit dervişlik, keşişliktir şairlik. Yıllarca küçük bir yeraltı suyu gibi yaşayacaksın; bir gün yeryüzüne çıkma özlemini de hiç yitirmeyeceksin; sonra da bunu büyük bir alçakgönüllükle kabul edeceksin. Günün birinde bir gün ışığı gördüğünde de, bir kıyıya çekilip ordan bakmasını bileceksin. Bir çilehane adamıdır şair. Hayatı yoktur.”
İlhan Berk’in bu düşüncelerine daha yakından bakıldığında şairin bir derviş gibi acılar çekerek, içindeki varoluşa ulaşması gerektiği sonucu çıkarılabilir. Şair yıllarca küçük bir yeraltı suyu gibi yaşar, bir gün şair olarak yeryüzüne çıkma özlemini içerisinde taşır ve günün birinde de “Ben de varım” diyerek alçak gönüllükle ortaya çıkar. Şair bunun için hayatından vazgeçer, çile çeker. Bu nedenle şairin kutsal bir ilhamla şiir yazdığının söylenmesi şairin bu çileli sürecine da aykırıdır.
Şiir yapmak
Şairin geçirdiği bu çileli dönem dikkate alındığında “şiir yazmak” ifadesinin de yeterli olmadığını düşünüyorum. Şiir yazma eylemi, sıradan bir uğraşı çağrıştırmakta ve şiirin yaratım sürecindeki çabayı göz ardı etmektedir.
Nitekim bir şiir yazılırken şair, özgün imge yaratma, müzikalite oluşturma, okuduğu şiirlerin yaratacağı etkilenmeyi dışarıda bırakma gibi unsurları dikkate almaktadır.
Sadece iletişim kurmayı amaçlayan konuşma dilinde, söz karşıya ulaştığında ve iletişimi olanaklı kıldığında tükenmiş demektir. Şiirde ise sözün anlamı bireyin içerisinde bulunduğu duygu durumuna, yaşına, cinsiyetine, ailesiyle ve dünyayla ilişkisine bağlı olarak yeniden üretilmektedir.
Şairin böyle bir şiir oluşturabilmesi için de dili özgün ve sanatsal bir şekilde kullanması gerekmektedir. Bunun için kelimelerin duygu değeri, birbirleriyle ilişkisi, şiirin biçimiyle özü arasındaki ilişkisi ön planda tutulmaktadır.
Edip Cansever, bu nedenle şiirin yapılan bir şey olduğuna “Kaybola” adlı şiirinde şu şekilde dikkat çekmektedir:
“Yapılan bir şeydir şiir, yuvarlak, kırmızı, geniş
En genişi en kırmızısı o ezilmişler katında”
Tüm bu unsurları düşündüğümüzde şairin ilhamla şiir yazdığı düşüncesinin gerçeklikle bağdaşmadığı söylenebilir.
Nitekim bir sanatçı olarak şair edebî bir varoluşa varabilmek için çileli bir yaşam altında yürüyüşünü gerçekleştirmektedir.