Eğer “ahlâksızlığı” somut bir kavramla ifade edin denseydi mesela ben “Ayanapa” derdim. Komşu, bir zamanlar inin cinin top oynadığı bu kayalıklar üzerindeki sahil köyünü turistik bir yöre haline getirirken belki de her türlü ahlâksızlığın özgürce yaşanacağı bir turistik yöre olacağını hiç tahmin etmediydi.

   Ki çocukluğumda ailemle birlikte Ayanapa’daki fenerde petrol lambalarını yakmakla görevli komşum Gardiyan Hüseyin Efendi’yi ziyarete bir keçi yolundan geçerek gittiydik.

   NE var ki son yıllarda olağan dışı değerlerle olayların sere serpe ayazlandığı bu sahil kasabası gün geldi dünyasal bir ün kazandı. Tabiİ gelen turistleri de namına uygunluğunca insanlar oldu.   

   Kİ çocukluğumda ailemle birlikte Ayanapa’daki deniz fenerinde görevli gardiyan Hüseyin efendiyi ziyaret nedeniyle toprak yolundan eşekle gitmek zorunda kaldığımızı  hatırlarım. Öylesine izbe ve gözlerden uzaktı.  

                                                                                              ***

   HER NEYSE… Geçen gün sabahın erken saatlerinde Ayanapa’da gezinen bazı kızlarımızı bazı Rum gençleri dövmeye kalkmışlar hatta itip kakmışlar da.

   OLAY nedir bilmiyorum Ancak Ayanapa gibi sicili bozuk bir kasabada Türk-Rum ilişkilerinin henüz netameli olduğu hatta bir gün iki toplum arasında yeniden nasıl patlayacağı belli olmayan şu ezeli sürtüşme ve kavgaların yer alabileceği söz konusuyken, genç kızlarımızın sabahın erken saatlerinde orada olmalarına herhalde “özgürlük, egemenlik, gezme tozma hakkı”  kulpu takmak mümkün değildir.

   “Bu olaylar karşılıklı hesaplaşmalara dönüştüğünde iki toplumu yeniden karşı karşıya getirecek sürtüşmelerle kavgaları tetiklerken,  toplumsal çatışmalara kadar varabilir” diyeyim ve söz verdiğimce dünden kalan konuma  

devam edeyim:                                                                                                                                 

***

   MALUMDUR ki TMT’nin kuruluşuna ve çalışmalarına  yönelik bilinmeyen ne tek fiskelik bir yanı kaldı ne de didiklenmedik olayları.

   BİR tarihi vakıaydı, görevler yerli yerinde uygulandı ve çok özen gösterilen “gizliliği” ancak Barış Harekâtı sonrasında deşifre edildi.

   NEDENSE ama Baf’tan Mağusa’ya kadar hemen her yörede “Türkiye’de yetiştirilmiş yeminli mücahitleri ile birlikte ulusal mücadelemizin öncüleri olan bu gönüllü insanlarımız, sonradan bazı çevreler tarafından  “sanki Kıbrıs Türk halkına ezgi cefada bulunmaktan başka bir iş yapmamışlar hatta ülkede terör estirmişler” gibi ithamlarla karşılaşmakla kalmadılar. Neredeyse bu “özel görevlerinden” dolayı suçlandılar da.

   Hatta bu konuda kim bir şeyler yazmak, olayları kitaplaştırmak istemişse nedense anlatımlarının odağına rahmetlik “Burhan Nalbantoğlu”nu koydu. Ki kendisi Barış harekâtından az önce Mağusa sancağına Dal 8’e Sancaktar Yardımcısı olarak geldiğinde ilk aradığı ben oldumdu. Sonuçta Sancak karargâhında Dal 7 mi yoksa sekiz mi hâlâ karıştırdığımca yardımcısı ben oldumdu.

   Ki kendisi de Mağusa Surlariçi’nde şimdilerde yıkılmış olduğu için yeri bile anımsanmayan hastanenin yapımına başlamıştı. Şantiye işçisi gibi çalıyordu sonunda hastaneyi Mağusalıya kazandırdıydı.

   HA apar topar neden helikoptere bindirilerek Mağusa’ya gönderildiydi? Bana nedenini hiç söylemedi.    

   Ne var ki yıllar sonra hakkındaki yazılanlardan, o günlerin tarihi ile oluşturulan  hacimli kitaplardan   öğreniyoruz, Lefkoşa’da üstleri ile (“Sancaktarlar” hatta “Bayraktar” ile) iyice ters düşmüş “öldürülmesi fetvası bile verilmişti” deniyordu. Mağusa’ya gözlerden uzaklaştırılmak için gönderilmişti.                                             

   BİR yılı aşkın süre yanında çalıştım. Bir gün apar topar helikopterle tekrar Lefkoşa’ döndü daha doğrusu görevden alındıydı.                                                        

   Son yıllarda hâlâ doğrulukları ile yanlışlarını bilemediğimce bu olayları teferruatlı şekilde anlatan kitaplar yazıldı, yorumlar yapıldı. Çoğunu okudum. O yıllardaki  “mücadele ve direniş” ruhunu  yansıtanlar da oldu  efsaneleştirerek abartanlar da… Oysa o günkü koşullarda olması gerekenler olduydu hepsi o kadar.

               

                                                                               ***

   HA DENECEK ki ya senin konumun neydi? Mağusa Surlariçi’ndeki Sancak Karargâhı eski Osmanlı konaklarından birindeydi. Diğerleri gibi hâlâ yerli yerindedir. T.C.’den gelen görevli sancaktar yanı sıra binada “birden sekize” kadar “dalları” ve “dal başkanlarının” odaları vardı. Ben üst kattaki bir odadaydım.    

   Benim Yüksel Bey dediğim, rahmetlik Nalbantoğlu’nun  karşısında hazır ola geçip çakı gibi  asker  selamıyla “Buyur komutanım” dediği rezilin rezili bir sancaktarla ayni binada hem birlikte çalışıyor hem de sürekli   irtibat halinde bulunuyorduk. Benim yani “Dal sekizin” (veya 7’nin) görevi Mağusa kazasına bağlı tüm yerleşim bölgelerindeki yurttaşlardan gelen “mektupları tarayıp gerekli olanları Sancaktara iletmemdi.’

    Bizi ilgilendiren şikâyet, gammazlama, karalama” gibilerinden olanakları değerlendirip bazılarını Sancaktara aktarır bazılarına da bizzat müdahalede bulunacak şekilde tabii ki Dal sorumlusu “Burhan Nalbantoğlu” adı ve imzası ile cevaplar, gerekli uyarıları yapardım.  

   Ki o zamanlar bilgisayar yoktu, daktiloda  bazen  yedi sekiz tanesini karbon kâğıtları ile çoğaltarak yazar gerekli olanları Lefkoşa’daki  Bayraktarlığa hatta T.C. Elçiliği’ne ve eğer  ilgiliyse Denktaş’a kadar ulaşmaları gereken yerlere ulaşmalarını sağlardım.. (Fakat beni bilen, gören, tanıyan yoktu.)  Yani sorumlu ve yetkili değildim. Sadece rahmetlik Nalbantoğlu’nun isteği ve ısrarı nedeniyle yardımcısıydım.

   Ha! Bu can sıkıcı uğraştan ne kazandıydım? Çok iyi arkadaşlar olduğunu sandığınız insanların bile gizlice birbirlerini “Sancaktara” şikâyet etmeleri şu veya bu nedenlerden dolayı birbirlerini gammazlayacak karalayacak kadar da  riyakâr ve namussuz olabildiklerini…

   Ki hem TMT hem yetkili makamlar eğer bu espiyoncuları ciddiye alıp araştırıp soruşturmadan “cezalandırma” yollarına gidecek olsalardı memlekette kardeş kanlarından deler oluşurdu!

   Doğrusu Kıbrıs Türk insanını bu ve benzeri olaylar gelişimleri vesilesiyle  “öğrenmeye” başladığımı söyleyebilirim. Ki benim için Sancak okul gibi olduydu.

   Birbirlerini birbirlerinden habersiz suçlayanlar gammazlayanlar mı istersiniz, yoksa çamura batırıp çıkartıp iftiralarla boğanlar mı? Birbirlerine komşu insanların  birbirlerini şikâyetleri bir yana köyün muhtarından memnun olduğunu bildiren tek köylüye tanık olmadım. Sürekli şikâyet, sürekli suçlama ve sürekli insanların birbirlerine çamur atmalarına bizzat tanık oldum.

   1974 öncelerinden söz ediyorum. Ve şimdilerde durum vaziyetler nedir doğrusu hiç bilmiyorum.