Son zamanlarda hep aynı rüyayı görüyorum.
Üçümüz, inekleri otlattığımız yerdeki çalılıkların içinde tilki yumurtası arıyoruz. Bir taraftan inekleri gözlüyoruz, diğer taraftan yumurta arıyoruz. Boz renkli. Bildiğimiz yumurtadan iki kat daha büyük. Böyle tarif etti Musa ağa. Tanesine 50 kuruş verecekmiş. Öyle dedi. Gece çökmeden bulmamız gerek. Sadece çalılıkların altında olurmuş tilki yumurtaları.
Rüyamda bir telaş içindeyiz. Mahmut, Kemal ve ben. Üçümüzün de gözü açık. Üçümüz de en çok yumurtayı bulma ve tanesi 50 kuruştan Musa ağaya satma hayali kuruyoruz.
Babamın verdiği inek gütme görevi hiç yormuyor bizi. Değil mi ki ucunda para kazanmak var. Her çalının altına bakıyoruz, ellerimizin yaralanmasına aldırmadan, gözden kaçan bir tilki yumurtası arıyoruz. Yok.
Rüya bu ya, bir anda kendimi bostanda buluyorum. Babam oraya görevlendirmiş beni. Bostanda tilki yumurtası olmaz ki. Sadece inek güttüğümüz çalılıkta olur. Öyle dedi, Musa ağa. Koskoca ağa. Her şeyi bilen ağa.
Bostan sulamak zorundayım ve çok mutsuzum. Bostanı beklerken okuyacağım kitap bile ilgimi çekmiyor. Haksızlığa uğramış hissediyorum ve öfkeliyim. Babama çok kızıyorum. Şimdi Mahmut ve Kemal bütün tilki yumurtalarını bulacaklar.
Yenilmişlik duygumun beni kan ter içinde bıraktığı noktada uyanıyorum.
Uyandığım halde, çocukluğumun gerçekleri bırakmıyor peşimi. Nidai abimin, tilkinin yumurtası olduğuna inanmamızla dalga geçmesi ve kahkahaları çınlıyor kulaklarımda: “Ağa eğlenmiş sizinle.”
Çukurova ile dolan rüyalarım ya da kâbus deyin isterseniz, uyanıklığımla beraber derin bir nefes aldırtıyor bana. Çukurova’da değilim. 8 yaşından beri, orada değilim, inek gütmüyorum, bostan beklemiyorum, tilki yumurtası aramıyorum,
Bostanı, çalılık ovayı bu kadar net hatırlamama şaşırıyorum ve bulunduğum yeri, odamı, yanımda yatan karımı idrak ediyorum.
1975’ten beri, buradayız. Çok iyi hatırlarım. İlkokul ikinci sınıfı bitirmiştim, geldiğimizde. Şimdi ellisini geçtim.
Ekim başlarında gelmiştik. Hemen sonrasında bayramdı. İlk Ramazan Bayramımız. Gelirken yanımızda getirdiğimiz akideli şekeri ikram etmiştik bayramlaşmaya gelenlere.
Bir hatıra, öbürünü uyandırıyor. Durduramıyorum, zihnim dört nala birinden öbürüne koşuyor ve buradaki ilk bayramımız, oradaki son bayramımızı hatırlatıyor bana.
Babamın, sert sesi. “Hazırlan Kerim, Musa ağayı bayramlamaya gidiyoruz.”
Onca çocuk varken, benim saflığımla dalga geçen Musa ağaya gitmek de nereden çıkmıştı? Niye ben? Nidai abim var, o zamanlar abi demesem de 15 ay büyüğüm Mahmut var, Kemal var. İsyanım sessizliğime gömülü kalıyor. Emir büyük yerden.
Musa ağa, yepyeni, gri renkli bir şalvar giymiş. Gri şalvarın üzerinde çizgiler var. Hemen yanında sekiz köşeli kasketi duruyor. Babamınki gibi ama ağanınki solmuş değil.
Sedire bağdaş kurmuş. Yerinden kalkmadan “hoş geldin, Ali Fakı” diyor babama. Eliyle yakınındaki sediri işaret ediyor. Sonra bana çeviriyor gözlerini. Yüzüne, alayvari bir gülümseme yerleşiyor. Gülmesini zor tutuyor belli ki. Soruyor babama. “Bu hangisi Ali Fakı? Sende o kadar çok çocuk var ki, çıkaramadım”
“Bu Kerim” diyor babam. “Mulla Kerim’in torun çocuğu Kerim. Hani Kurtuluş Savaşında bu toprakları korumak için, müfrezesiyle birlikte Fransızların şehit ettiği Mulla Kerim’in torunu.”
Babam bir şeyler daha söyleyecek belli ki. Büyük dedemle birlikte şehit olan delikan büyük amcalarını, anlatacaktır kim bilir. Ama Musa ağa kesiyor lafını ve “Dürü kız, gel hele” diye sesleniyor. Anında başı yazmalı, genç görünen tombul bir kadın giriyor içeriye. Ağanın karısını ilk defa görüyorum. Mor renkli bir fistan giymiş. Kolları altın bilezik dolu.
“Bize şekeri bol birer kahve yapıver. Çocuğa da gazoz getir.”
Sonra babama dönüyor ve “anlat bakalım” diyor. “Bir derdin var mı?”
“Yok” diyor babam. “Her şey bildiğin gibi” derken sözü kesiliyor tekrardan.
“Ali Fakı, Fazlıların Selim, anasından kalan Hacı Hamzalı’daki zeytinliğini, Rıfat’a satmış, duydun mu?”
“Duymadım” diyor babam. Ama oturduğu yerde kıpırdanmaya başlıyor. Canı sıkılıyor, anladım.
“Köydeki tarlalarını satacak olursa haberim olsun” diyor Musa ağa.
O sırada içeriye gazoz ve kahvelerle, Musa ağanın karısı giriyor.
Önce ağaya kahvesini tutuyor, sonra babama. Ardından bana gazozu uzatıyor. Elime alacağım anda, babamın gürleyen sesi, durduruyor beni.
“Musa ağa, ben bu kahveyi içmem” diyor, babam.
Ağa, “n’oldu ki Ali Fakı” diye sorarken, babam tükürürcesine, yüzünü dönüyor, ağaya.
“Ben misafirim” diyor. “Köpüklü kahve bana ikram edilmeliydi. Önce bana kahve tutulmalıydı.”
Ayağa kalkıyor sonra. “Gel Kerim” diyor. “Burası bize göre değil.”
Gözüm gazozda, elim babamın elinde, terk ediyoruz orayı.
Sıkça sorarım kendime. Babamın göç kararında, Musa ağanın rolü var mıydı diye.
Bilmiyorum.
Bildiğim tek şey, Musa ağaya değil ama çevredeki durumu iyi olan akraba ve tanıdıklara; inekleri, pamuk tarlasını ve bostanı sattık. Epey para ve eşya ile Kıbrıs adasına göç ettik.
Masmavi bir deniz, tanımadığım pek çok insanın ağzına kadar doldurduğu bir gemi. Dilleri Türkçe gibi ama ne dediklerini anlamakta zorlandığım, yığınla yabancı. Ekşi, bayat bir koku. Midem bulandığı, kusmam geldiği için utanmıştım. Annemin hazırladığı sıkmayı bile yiyememiştim. Her kusana uzatılan kolonya, benim kendimi kötü hissetmemi artırmaktan başka işe yaramamıştı. Anam, eliyle dokuduğu çulu üzerime örterek, başımı okşamıştı.
Yolculuk çok uzundu. Güneş batmadan bindiğimiz gemi, sabahın aydınlığında, Mağusa Limanına demir atmıştı.
6 çocuk, anam, babam. Kıbrıs adasının bir köyüne atılıverdik. Gelmeden önce, her şeyimizi sattığımız için elimizde para vardı. Bu bizim diğerlerine göre üstün tarafımızdı. Tohum, gübre alacak paramız vardı. Akıllı, ileri görüşlü babam. Beş vakit namazında ve Atatürk sevdalısı.
Hükümetin verdiği üç odalı eve 8 kişi sıkıştık. 40 dönüm de tarla verdiler.
Babam uyanık adam, para elinde gelmiş. Yerleştiğimiz köyde yerliler de var. Bizim köyden Ahmet dayılar, Necmiler ve Hacıgiller var. Komşu köyden de üç beş aile. Kimsede para yok, kimsede tohum yok, kimsede gübre yok. Bizim paramız var. İçimiz rahat.
Hiç düşünmek istemediğim anılar, üstüme üstüme geliyor. Nedenini biliyorum ama durduramıyorum işte.
Babamın aniden ölüşü, komşunun deli oğlu yüzünden oldu. Tüfeği aldı eline ve babamı vurdu. Raporlu diye ceza bile almadı. Ama biz, eldeki para bitince hele…yetimhaneye düşmemek için anamın çırpınışları…açlık değilse de yokluk içinde geçen yıllar.
Düşünmek istemiyorum; en büyüğümüz, Nidai abimin 17 yaşında traktörün altında kalarak can verdiğini, Hatice ablamın, yaşlı bir karı kocaya evlâtlık verildiğini ve on altısına varmadan hayırsız birine kaçtığını. Emine’nin 12 yaşında, sırf karnı doysun diye, 40’lık adamla evlendirilmesini, Mahmut’un, ilk okulu dereceyle bitirip, makinist çıraklığına başlamasını. Uyandım ama kâbus bitmiyor işte. Bombardıman devam ederken, beni biraz daha geriye savuruyor, bir şekilde.
Anam, abilerim, Hatice, Emine tarlada. Babam vurulduktan sonra doğan ikizler yanlarında. Anam erkek kardeşime babamın adını verir: Ali. Kız kardeşimin adını Hatice ablam koyar: Yeşim.
Ben ve Kemal şanslıydık. Öğretmenimiz el koymuştu bize. Okuyacaktık. Kemal mühendis oldu ben hukuk okudum. Okul masrafları, harçlığımız zengin kulüplerinden, vakıflardan geliyordu. İkizlere makinist Mahmut abim baktı. Birini astsubay yaptı, diğeri hemşire oldu.
Kemal ve ben, para kazanmaya başladığımızda, Mahmut abimin yükünü azalttık. Hatta, garajını büyütmesi için de uğraştık. Akıllı adamdır. Bugün geldiği noktada, yanında 10’dan fazla adam çalıştırır.
Niye bunlar geliyor aklıma?
Artık zenginim. Başarılı, çok kazanan bir avukatım. Karım, o zengin kulüplerinden birinin üyesidir. İki oğlum yurt dışında okurlar.
Ta 75’te yerleştiğimiz evden, hiç çıkmadı anam. Biz de o evi köyün en güzel evi yaptık. Tamir ettirdik, eşyalarını yeniledik, bahçeye anamın sevdiği çiçek ve sebzelerden ektik. Ömrü; bahçesi, birkaç akrabası, akran arkadaşı ve hafta sonu çocuklarıyla, torunlarıyla dolup taşan bir yaşamın içinde akıp gitti.
Bizim rahatlığımızı, başardığımızı gördükçe dualar eşliğinde şükretti. Ama fani dünyanın nimetlerine hiç ilgi göstermedi.
Anamın hastalığında, profesörlere baktırdık onu. Kraliçeler gibi bakıldı. En üstün ilgiye, bakıma mazhar oldu. Etrafında fır döndü, doktorlar, hemşireler.
Ama o öldü. Kurtaramadılar. Rahmetli Nidai abimden, ilk çocuğundan 14 yaş büyüktü anam. 75’ine henüz varmıştı.
Kendimi hiçbir işe yaramamış hissediyorum. Anam eceliyle ölseydi, hastalığına çare ararken değil de eceliyle ölseydi, ne bileyim, böyle şeyler hissetmezdim belki.
Anam köyüne gömülmek istedi. Tek bunu istedi. Bunu hem bana hem Kemal’e hem de Mahmut abime söyledi. Babamın, abimin yanına gömelim dedik, “yok” dedi. “Anamın, babamın, ağamın, bacımın olduğu yere götürün beni” dedi.
İşte bunları duydum duyalı bir tuhafım ben. Terk ettiğimiz köyümüze bunca yıldır hiç gitmedik. Anama “gitmek ister misin” diye sormadık. Bunun yerine, oralardakiler arada gelip gittiler. Bazıları iş tutup kaldı, bazıları geri döndü.
Yüzünde yıllardır biriken çizgileri, Nidai abime, babama yorduk. Oraları özlediğini, görmek istediğini hiç söylemedi. Büyüklerini sırayla kaybetti, her birinin yasını uzaktan tuttu, Kur’an’ını, uzaktan okudu.
Sattık, savdık ve buralara geldik. Babamın kararıyla. Ama içimde oralardan kovulmuşum gibi, oralar bana yasakmış gibi eskiden kalmış bir duygu var.
Çukurova’nın sulak pamuk tarlalarını ve bereketli bostanlarını satın alacak güçteyim ama yüreğim Musa ağanın kandırmacasına takılı kaldı. Saflığımın son kalesini yıktı, Musa Ağa.
Şimdi ben, sekiz yaşıma kadar yaşadığım köye gittiğimde ne olacak? Anamı, köy mezarlığına teslim edeceğiz ve döneceğiz. Öyle mi?
El mahkûm. Gideceğiz. 43 senedir gitmediğim köye gideceğiz. Yarın. Saatime takılıyor gözüm. Bugün olmuş bile. Gece bitmedi ama gün başladı işte.
Adana uçağında, bir cenaze ve altı kişilik yer hazır. Bizim Tarsus ilçesinden belediyenin cenaze işleriyle ilgili birimiyle görüştüm, konuştum. Masrafı neyse, fazlasıyla ödeyeceğim. Uçak alanına cenaze arabasını gönderecekler. Sonra, köye iki saat. Her şey hazır.
Gecenin sabaha doğru yol aldığı bu vaktinde, geçmişimden bu günüme; bu günümden geçmişime gidip gelen bir evrilmeyle baş başayım. Zaman içinde ama zamanın akışına uymayan bir yolculuk yapıyorum. Buradayım ama değilim. Orada da değilim. Kendimi bir kaybediyor bir buluyorum. Oysaki kalkmalı, üzerimi değiştirmeli ve yolculuk hazırlıklara başlamalıyım.
Mahkeme salonunda, bir katili savunmaya razıyım ama köye gitmek istemiyorum.
Ölmüş olsa da başka Musa ağalar çıkar mı karşıma? Çıkar, biliyorum.
Ama babam çıkmaz. Yabancıllık duygumla ilgisi yok babamın. Aksine, babam aklıma geldiğinde, öldürmeyen darbe güçlendirir diye düşünürüm.
Ama köye dönmek öyle değil.
Yüreğim isyanda: Artık ait hissetmediğim, kırgın olduğum, saflığımı yok eden o köyün toprağına annemi nasıl teslim edeceğim?