Türk(çe) şiirin modernleşmeye başladığı Tanzimat Dönemi’nden itibaren şiirin ve edebiyatın; toplumun eğitilmesi için bir araç olarak kullanıldığı görülmektedir.
Batı’ya gönderilen elçilerle Avrupa takip edilmiş, daha sonra Batı’ya yönelik kültürel girişimlerde bulunulmuştur. Aynı zamanda sanatçılar, öncelikle toplumun kültürel düzeyini edebiyatla geliştirmeye çalışmıştır.
Bu bağlamda düşünüldüğünde edebiyat tarihinde klişe haline gelmiş tartışma konularının başında ise “Sanat sanat için midir, yoksa toplum için midir?” sorunsalı geldiğini söylenebilir. Öyle ki bu tartışma günümüzde bile zaman zaman kendine yer bulmaktadır.
Bu sorunsalın altında yatan nedenler üzerine düşündüğümüzde ise Divan edebiyatına dikkat çekebileceğimiz kanısındayım.
Nitekim divan edebiyatı, belli bir geleneğin etrafında şekillenmesi ve daha çok saray çevresine hitap etmesi nedeniyle toplumdan kopuk olarak düşünülmektedir.
Divan edebiyatının yanı sıra aynı zaman dilimi içerisinde halk edebiyatının da gelişim göstermesi bu kutuplaşmanın resmiyet kazanmasına yol açmıştır.
Edebiyat geçmişinde bu kutuplaşmayı taşıyan sanatçıların şiir üzerine düşünürken sanatın topluma yönelik mi yoksa sanata yönelik mi olduğuna kafa yorması bu nedenle normal karşılanabilir.
Günümüz şiirine göz attığımızda ise genellikle imgeye, derinliğe, sanatsallığa dönük bir şiir yazıldığını söyleyebiliriz.
Şiir, artık bir araçtan çok amaç olarak varlığını kanıtlayacak duruma gelmiştir. 2. Yeni hareketinin yaşandığı dönem içerisinde mutlak anlamın, somutluğun yerini çağrışıma dayalı anlama ve soyutluğa bırakması da akla getirilmelidir.
Bu noktada İlhan Berk’in kendisine yöneltilen bir soruya verdiği cevabının bir yerinde “Anlam benim üvey evladımdır” şeklinde bir ifade kullanması toplumcu şiirin alışılmış anlayışına bir karşı çıkış olarak görülmüştür.
Şiirdeki kapalılık, derinlik, s/imgesel söyleyiş ise halktan kopuk bir şiir olarak değerlendirilmiştir.
Kapalı söyleyişin yarattığı endişe
Günümüz şiirine bakıldığında birçok şairin kapalı, imgeli, derinlikli, okuru zorlayan bir şiir anlayışını benimsediği göze çarpmaktadır.
Bu söyleyiş özelliği şiire özerk bir anlam dünyası kazandırırken birçok kesim tarafından da kimi zaman eleştirilere maruz bırakılır.
Sanatın toplum için olduğunu savunan kişilerin zihnindeki resim şiirin yalın, herkesin net bir şekilde anlamlandırabileceği metinlerdir.
Okurun/ toplumun anlayamadığı şiirler ise toplumdan kopuk olarak değerlendirilmektedir. Ancak ortadaki asıl sorun ise şairin içinde yaşanır.
Şiirin tüm kurallara karşı çıkan, kendi kurallarını yaratan, nesnel gerçekliğe, dayatılan resme başkaldıran bir tür olduğunu bilen bazı şairler, buna rağmen kapalı bir şiir dili kullandığında kimi zaman anlaşılma kaygısının yarattığı kaygıyla mücadele etmeye çalışır.
“Ya yazdığım şiir hiçbir okurun zihninde bir çağrışım yaratmıyorsa, o zaman şiirin ne işlevi kalır ki?” şeklinde bir endişelenme içerisine girer.
Kolektif bilinçdışı ve sanat anlayışı
Şairin yaşadığı bu toplumsallık/ bireysellik ya da açıklık/ kapalılık sorunsalının temeline indiğimizde bugünde yaşayan her şairin belli bir şiir geçmişinin parçası olduğu üzerinde durmamız gerekecektir.
Şair, bu nedenle halktan kopuk olma durumuyla sürekli bir savaşım içerisindedir.
Bu sorunsalın temelinde şiir geçmişinden bilinçli bir şekilde etkilenme olabileceği gibi bilinçdışı anlamda etkilenme olma ihtimali de bulunmaktadır.
Analitik Psikoloji denilince akla ilk gelen kişi olan Carl Gustav Jung’un “Kolektif Bilinçdışı” kavramına bakıldığında insanın zihninin de evrimsel bir süreçten geçmesi söz konusudur.
Jung’a göre insan, kendisinden yüz yıllarca önce yaşamış insan türünün özelliklerini bilinçdışı bir şekilde hissetmektedir. Yani insanın bilinci ile geçmiş arasında bir köprü bulunmaktadır.
Buradan yola çıkıldığında günümüz şiirinde üretimlerde bulunan şairlerin de bilinçdışı bir ilişkiyle geçmişle köprü kurarak toplumsallık / bireysellik çatışmasını yaşayabileceğini sanıyorum. Bu çatışma da şairin sanat anlayışını etkileyebilmektedir.
Kalıplaşmış nedensellik ilkesi
Şiirdeki söyleyiş ile halktan kopuk olma arasındaki ilişkinin kalıplaşmış bir nedensellik ilkesine de sahip olduğu kanısındayım.
Şiirdeki topluma yönelik yanın ölçütü şiirin toplum tarafından anlaşılıp anlaşılamadığı üzerine kuruludur. Oysa bu ölçüte eleştirel yaklaştığımızda şiirdeki anlamlandırma sürecinin diğer yazı türlerinden farklı olduğu üzerinde durmamız gerekir.
Öyle ki Ahmet Haşim’in Bir Günün Sonunda Arzu isimli şiirinin anlaşılmaz olduğu gerekçesiyle aldığı eleştiriler, hakaretler nedeniyle yazdığı Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar adlı yazısı da bu farklılığı gözler önüne sermektedir.
Haşim, yazısında şu ifadelere yer vermiştir:
“Her şeyden önce şunu itiraf edelim ki şiirde anlamdan ne kastedildiğini bilmiyoruz. "Düşünce" dedikleri bayağı görüşler yığını mı, öykü mü, mazmun mu ve "açıklık" bunların sıradan kavrayışa göre anlaşılması mı demektir? Şiir için bunları gerekli sayanlar, şiiri tarih, felsefe, söylev, güzel ve etkileyici konuşma (belagat) gibi bir sürü ‘söz’ sanatları ile karıştıranlar ve onu gerçek yüzü ve belirtileriyle seçip tanımayanlardır”.
Haşim’e göre “Şiir bir öykü değil, sessiz bir şarkıdır”. Görüldüğü gibi şiirin anlamsal boyutu diğer türlerden farklılık göstereceği için bir şiirin toplumdan kopuk olup olmadığı noktasındaki tek ölçütün anlam olması çelişkili bir durum olarak değerlendirilebilir.
Bireyselliğin toplumsallığa dönüşümü
Şiirin anlamlandırılmasının topluma yönelik olup olmadığı noktasında ele alınması gereken bir diğer noktanın ise okuru zorlayan, düşünmeye iten şiirin de bir olgu olarak topluma yönelik olmasıdır.
Toplumculuğun her ne kadar Marksizm, Sosyalizm, emekçi/ işçi hakları çerçevesinde gelişse de sosyal yaşantının şiirsel bir düzleme taşındığı söylemin yanında bireyden topluma yayılan bir söyleyişe sahip olduğunu da düşünüyorum.
Yani, bir şiirin toplumsal fayda taşıması için belirgin bir ileti taşıması, yalın bir anlatıma sahip olması bir zorunluluk değildir. Çünkü okuru zorlayarak geliştiren kapalı şiirler de ister istemez topluma fayda sağlaması nedeniyle toplumsal bir yan taşır.
Bunu keşfeden şairin de savaşım verdiği anlaşılma kaygısı böylece yerini deneyselliğe bırakacaktır.
Tüm bu unsurları düşündüğümüzde edebiyat yolculuğunda yürüyen şairin, şiir geleneğinin bir parçası / şiir geçmişinin bir uzantısı olması nedeniyle zihninde bazı soru işaretleri taşıdığını söyleyebiliriz.
Carl Gustav Jung’ın Kollektif Bilinçdışı düşüncesine bakıldığında insanın geçmiş yüzyıllarda yaşayan insanla bilinç dışı bir şekilde köprü kurduğunu görmekteyiz.
Bu düşünceyi şairin, şiir geçmişinin bir uzantısı bağlamında düşündüğümüzde, şairin bilinçdışı bir ilişkiyle geçmiş yüzyıllarda tartışılan şiirde bireysellik ve toplumsallık çatışmasıyla bağlantı kurma ihtimali söz konusu olmaktadır.
Öte yandan şiirde kapalı bir söyleyiş “toplumdan kopma” endişesi yaratsa da tek tek bireyleri harekete geçirerek aslında yine toplumsal bir işlevi yerine getirdiğini düşünüyorum.