Yazımı tuşlamaya başladıktan bir süre sonra, “Fakat ben bunları yazmıştım” dedim kendime hayret ve telaşla. Yoksa zihin yorgunluğu mudur ne?
BUNA karşın geri dönmedim. Eğer yeniden ve bilinçsizce ayni konuyu yazıyorsam demek ki söz konusu yaşanmış olaylar, beni çok rahatsız etti ki halüsinasyona sevk edecek kadar.
Buna karşın “Öyleyse eğri gemi doğru sefer tekrara devam” dedim. Zaten hayat nedir ki sürekli tekrar edilenleri tekrar etmekten başka.
Öyleyse aynisinin tıpkısı olsalar da devam dedim kendime. Ki asıl amacım “Ben küçük olaylara gülemem” deyişinden hareketle “büyük olaylara” hasret kaldığımızı yazmaktı. Sözün sahibi ise Rahmetlik Burhan Nalbantoğlu’ydu. “Yeniden” anlattığım da oydu. Şöyle ki:
***
Mağusa Surlariçi’ndeki “sancaktarlıkta” rahmetlik Burhan Nalbantoğu ile uzun yıllar çalıştımdı. Tutun ki Dal 7 miydi neydi, o başkanı ben de yardımcısıydım.
Lefkoşa’dan adeta “sürgüne” gönderilir gibi kendisi de son çarede kaçarak, Mağusa’ya sığınmış gibiydi.
Gözlerden uzak ve yetkilerinden arınmıştı ki beni ille de ve ısrarla yanına “yardımcısı” olarak aldıktan sonra bazen sadece “ne var ne yok kabilinden” ve bir “günaydın” selamından öte değildi ilişkilerimiz. Ki bazen yüzünü görmediğim günler de olurdu.
Çünkü “Mağusa’daki eski hastaneyi” inşa etmeye koyulmuştu. Sancaktaki işleri ben yürütür “yazışmalarla Sancaktar arasındaki ilgili konu ve sorunlarda” yazışmaları ben sürdürürdüm ama Nalbantoğlu’nun bilgileri dahilinde.
***
“İŞTE ÖYLESİ bir dönemde tanıdımdı insanları” diyecektim.. Kıbrıs Türk insanını, köylüsünü, kasabalısını ne kadar birlik beraberlik içinde olup gerçekte hiç olmadıklarını da bu görevim vesilesiyle öğrenmiştim!..
Üstelik “çözüm bekleyen sorunlarının da sorumlu yetkilisi olmak görevinde!”
ŞÖYLE Kİ kırk yıllık komşular basit nedenlerle kavga ediyor sonra da haklı çıkmak için birbirlerine asılsız iftiralarla çamur atıyorlardı!..
Tarlalar sürülürken koçanlarda yazılı sınırlarda bir karışlık sapmalar olsa aileler arası kavgalar baş gösteriyordu. Birbirlerini asılsız ve uydurma olaylarla suçlarlarken sürüp giden sürtüşmeleri “Sancak Karargâhı” bile önleyemiyor, hele dargınlıklarla küskünlükler “kinle” kefenlenerek Mahkemeyi Kübra’ya kadar devam edecek ezeli ebedi sorunlar oluyorlardı.
SONRALARI köylerde öğretmenlik yaparken bu kavgaların çoğunun “kıskançlık, garez, haset ve düşmanlığa varacak kadar nefret duygularıyla” gelişip toplumsal yaralar haline geldiklerini görecektim ki bayağı şaşıracaktım:
Şöyle ki “Peki, kendi kendileriyle bile barışık olmayan bu toplumu ‘mücahit’ parantezi içine alıp bir ulusal mücadele bütünselliğinde birleştirip ayni gaye uğruna Rum’a karşı savaştıran hangi güç hangi nedendi?”
SONUÇTA “yurtseverliktir” dedikti ama ötesi gerçek her şeye karşın şuydu: “İnsan vatanını sever..”
“Londra’nın İstanbul’un dünyanın en görkemli yerleşim yerlerinde, konaklara kaşanelere sahiplik konsa da şu bir iç çekiş sonrasında koyuverilen “Ah! Benim vatanım” sözü var ya!
TUTUN ki Mağusa’nın sivrisinekli bataklıkları bile tüter gözlerde. Üstelik değil mi ki benim bataklığım benim sivrisineğim denildiğince. Vatan sevgisi işte bu olmalıdır derken…
***
SİZ KALKIN bu büyük ve allahlık duygularla ilahilere dönüşen… Şarkılarla aşklarda büyüyen “yurdu” bile “Rum ile nasıl paylaşacağınızı, Kuzey’le Güney’i birbirine bağlamak için neler yapacağınızı düşünün! Hayret ki bin defa!
Sadede geliyorum:
***
BU HAYALİ, Güney’le Kuzey’i birleştirmek hayalini yıkmak parçalayıp yok etmek zorundayız.
Çünkü artık Kuzey topraklarında yeşeren tek ot, açan tek çiçek bizimdir, özgürlüğümüz egemenliğimizdir.
Dağlarımızdan taşlarımıza, sahillerimizden denizlerimize kadar… Ki Güney’deki Rum da “benimdir” dediği Kıbrıs adasını aynen böyle düşünür böyle sahiplenir fakat ilahi adaleti unutur hak hukuku da. Bu nedenle sürekli kaybeder.
***
PEKİ SONUÇ? “Ne var, neler oluyor ki gene başladın vatan millet demeye” demeyin.
Bu adada şimdilerde Maraş’ı da yanına alan bir siyasi gerçek yaşanıyor ki anlaşma sağlanamadığı için Kuzey vatanımız bile hâlâ Türk halkının malı sayılmamaktadır. NİTEKİM son zamanlarda Güney’deki akıl hocaları yeniden Ada’daki Türk Rum mülklerini ısrarla gündeme getirmek için uğraşmakta, Hristodulidis sanki yarın masa kurulacak da mülkler sorunu serilecek üzerlerine kabilinden “ilk söz hakkının sahiplerinde olması gerektiği” fetvasını vermektedir.
GERİYE kalan tek gerçek ise şu olmalıdır: Bu Ada’da çaktığımız her çivi, yerli yerine oturttuğumuz her taş, topraklarına vurulmuş her kazma, yükselen her bina… Kuzey’i biraz daha bizim yapan eserlerimizdir. Geleceklere de uzanacak olan işte bu dizi dizi yatırımlardır ki kadir kıymetlerini bilmeliyiz.
***
HA DENECEK ki “Çözümsüzlüğü taşıyarak bu adada daha kaç yıl dayanabiliriz?”
İşte burada yazımın başına dönüyorum. Rahmetlik Burhan Nalbantoğlu’nun güldüğünü gören cennetlik olurdu. “Yahu gül biraz!” dediklerinde de “Ben basit şeylere gülemem” derdi.
ÜLKEYE tam teşekküllü bir hastane kazandırdı. Tüm Bakanlık eforunu söz konusu Lefkoşa’daki hastanenin inşaatına harcadı.
Makamı değil hizmeti yeğledi. Yine de güldüğünü sanmıyorum. Çünkü “devlete” hizmetin noktası, virgülü yoktur, dur durak demeden nesilden nesile devam eder…
BUGÜN de öylesi bir toplumsal seferberliğe çok ihtiyacımız vardır.
Fakat tek bir vekil için ülkeyi genel seçime sürüklemeye hiç mi hiç ihtiyacımız yoktur! Ekleyim dedim.