Basın yayın organlarında ön plandaki gazetecileri ya da program sunanları, ekranlarda size hitap edenleri görüsünüz ama geri planda ciddi katkıları olan onlarca basın emekçisi vardır.
Sessiz sedasız işini yapan, ön planda sizin gördüklerinize büyük katkıları olan basın emekçileri…
Gazeteci değil onlar ama gazetecilere, televizyonculara ciddi yardımları olan, işlerini kolaylaştıran insanlardır.
Meslek yaşamım boyunca beş farklı kurumda birçok basın emekçisiyle çalıştım, çoğu büyüklerimiz; abilerimiz, ablalarımız olan bu isimsiz kahramanların çok büyük katkılarını gördüm, güzel dostluklar edindim…
Basın emekçilerinden yaşamını yitirenler var, kimse basın emekçisi olduğunu bile hatırlamıyor, sessiz sedasız göçüyorlar bu diyardan…
Geçen gün dijital gazetelerde bir haber vardı; “Musa Günehan, yaşamını yitirdi” diye…
O haberlerde bir eksiklik vardı; çünkü Musa Günehan emekli bir basın emekçisiydi.
Hem de Kıbrıs Türk toplumu Lideri Dr. Fazıl Küçük’ten emanet bir basın emekçisi…
Musa Günehan, ya da benim deyişimle Musa Abim, yıllarca Dr. Fazıl Küçük’ün gazetesi; Halkın Sesi’nde ve matbaasında çalışan gerçek bir basın emekçisiydi.
Musa Abimle çalışma şansına sahip oldum ve hiç unutamayacağım, anılarımda önemli bir yeri olan özel bir insandır…
1987 yılında Halkın Sesi Gazetesi’nde part- time olarak çalışmaya başladım ve Musa Abimi o yıllarda tanıdım…
Halen bilgisayarın olmadığı, gazetecilerin haberlerini daktiloda veya elde kâğıda yazdığı günlerde Musa Abim dizgiciydi.
Dev yazıcı makinesini kullanarak, daktiloda veya elde yazılan yazıları yazardı. Bu yazılar pikaj- montaj bölümü için özel bir yazıcıdan çıkar, sonra mumlu kâğıttan (yapışkanlı) geçirilirdi.
Sonraları faks cihazı çıkmıştı, fakstan gelen kağıtlardaki bildirileri, ya da benzeri yazıları, haberleri de dizgiciler dizerdi.
Dizgi bölümünde Musa Abim, Mehmet Bensel Abim ve Sezgin Özenci Ablamla birlikte çalışırdı… Meslek hayatımda önemli yeri olan bu üçlüyü unutmam mümkün değildir.
Teknolojik gelişmeler bugün dizgicilik mesleğini öldürdü ama geçmişte dizgicilik gazetelerde önemli bir meslekti, en yoğun bölümlerden biriydi, sürekli yazılar gelir ve dizilirdi.
Dizgicilerin önlerine konulan metinleri süratli ve dikkati yazmaları gerekirdi, hatta zaman zaman fark ettikleri hatalarla ilgili müdürleri uyarmaları da…
Dizgicilerin hiç sevmediği şey, kâğıda elle, kalemle yazılmış yazılardı. Doğal olarak her insanın el yazısı farklıdır ve bazılarınınkini okumak zordur, bu da dizgicileri zorlayan bir durumdu.
Musa Abime dönecek olursak, onu neden çok seviyordum biliyor musunuz?
Çünkü hayatta tanıdığım ne doğrucu, en gerçekçi, en dobra insanlardan biriydi.
Birisinin hatasını, kusurunu, yanlışını, zaafını söylemekten hiç çekinmezdi, işi dışı birdi, öyle dolambaçlı yollara sapmazdı, direkt söyleyeceğini söylerdi. Biraz da öfkeli, erken sinirlenen birisiydi ama altın gibi kalbi vardı…
Önceleri ona alışmakta zorlanmıştım, 20’li yaşlardaydım ve o yaşıma kadar bu kadar direkt hatalarımı yüzüme söyleyen birisiyle hiç karşılaşmamıştım.
Sonra fark ettim ki uyarıları hep iyiliğim içindi, söylediği şeyler bazen canımı yaksa da beni doğru olana yöneltiyordu.
Yazdığım haberlerle ilgili “Bugün güzel yazamadın, pek olmadı” dediği zaman haberi geri alır, yeniden incelerdim ve haklı olduğuna karar verirdim.
Kıyafetlerimle, saç modelimle ilgili de uyarılar yapardı, “Hiç yakışmadı” sözünü söylemekten hiç çekinmezdi. Musa Abim öyle deyince gidip hemen aynada kendime bakardım. Uyarılarına saygı duyardım.
Bir süre sonra ben ona yazılarım, kıyafetlerim, saçımla ilgili soru sormaya başlamıştım, “Nasıl oldu Musa Abi” diye.
“Ne be amma ben senin danışmanın mıyım?” diye kızardı da…
Ona bir gün “Sen gerçekleri söylersin Musa Abim, o yüzden sana sorarım” dediğimde önce bana öfkeli bakmış, sonra gülümsemişti.
Sert bakışları beni önce korkutur, sonra o güzel gülümsemesi de rahatlatırdı.
Musa Abim, onlarca Dr. Fazıl Küçük anısı anlattı bize, Dr. Küçük’ten hep sevgi ve saygıyla söz ederdi.
Dr. Küçük sigara içmelerine hep kızarmış, hatta içmesin diye kendisine bir keresinde tokat attığını da anlatmıştı.
Dr. Küçük’ün oğlu Mehmet Küçük Abim, babasıyla çalışma şansı yakalayan eski personeli, “babasının emaneti” gibi görürdü, onlarla ilişkileri bizim gibi Dr. Küçük’le çalışma imkânı bulamayan diğerlerinden, yani yeni nesilden daha farklıydı sanki. Ya da bana öyle geliyordu…
Aslında eski personel Dr. Küçük’ten o kadar çok söz ederdi ki biz de doğal olarak onları Dr. Küçük’ün emanetleri gibi görüyorduk zaten.
Bu arada Musa Abim, evlat acısı da yaşamıştı, gencecik aslan gibi oğlu motosiklet kazasında yaşamını kaybetmişti. O acılı halleri hiç gözümden gitmez…
Evladını kaybettikten sonra bir daha eski Musa Abi olmadı, sanki ışığı kaçmış ya da sönmüş gibiydi…
Yıllar geçmiş, o emekli olmuş, ben başka gazetelerde çalışıyordum… Çarşıda karşılaşıyorduk bazen, beni görünce gözünün içi parlardı, sevinirdi, sanki bir evladını, bir öğrencisini görmüş gibi… Mesleğe devam edip bir yerlere geldiğim için benimle gurur duyduğunu söylerdi, “Nasıl kızardım sana?” derdi, gülerdik.
Yorgundu sanki, hayat yorgunu adeta… “Arkadaşları toplayıp bir kahve içmiyoruz, bizi unuttunuz” gibi sözlerle sitem ederdi. Haklıydı da hayırsızız gerçekten, işe dalıyoruz, eski arkadaşlarımızı, abilerimizi unutuyoruz.
Sonra bir ölüm ilanı görüyoruz, üzülüyoruz, kendi kendimize kızıyoruz, sevdiklerimizi ihmal ettik diye ama neye yarıyor ki?
Ben Musa Abimden çok şey öğrendim, açık sözlüğünden çok faydalandım, bir baba gibi yaptığı nasihatlere uymaya çalıştım… Onu hiç unutmayacağım, nitekim onunla ilgili anılarımı defalarca başkalarına anlattım… Güle güle öfkeli ama altın kalpli, açık sözlü, güzel adam…