Sevdiğim bir abimiz vardı, yıllarca çok çalışmıştı, tam emekli olacağı zaman kendini dernek birlik işlerine vermişti, orada da çok emekler harcamış, gecesini gündüzüne katmıştı.
Bir gün bana “Hep bir Mercedes’im olmasını istedim. Bir süt beyazı Mercedes satın alacağım. Eşimi de yanıma oturtup tüm Kıbrıs’ı o Mercedes ile gezeceğim” demişti.
Bir planından daha söz etmişti… Mercedes’i aldıktan sonra, ikinci iş olarak, eşini Avrupa’nın en güzel ülkelerine götüreceğini söylemişti.
“Önce çok çalıştım, sonra kendimi dernek işlerine verdim, eşime, çocuklarıma zaman ayıramadım. Çocukları eşim yalnız büyüttü… Çocuklar büyüdü, evlendi, evden ayrıldı. Şimdi eşimi ödüllendirme zamanı” da demişti bu abimiz…
Gerçekten de bembeyaz sıfır kilometre bir Mercedes aldı, “Gel Aliciğim gör, nasıl güzel mi?” diye sordu, çocuklar gibi şendi.
Onun mutluluğu karşısında yüzümde gülümseme belirmişti, “Tabii ki beğendim, hayırlı olsun, kazasız, belasız kullan abi” demiştim, o mutlu hali gözümün önünden gitmez.
O abimiz; “Bir süre garajda bekledi ama artık hep onu kullanacağım, hayalimi gerçekleştirdim” demişti.
Tatil planları yaptığını da söylemişti, hangi ülkeye gideceklerini eşinin belirlemesini istemiş.
“Hangi ülkeyi isterse seçsin beğensin, gideceğiz gezeceğiz. Artık hem kendim hem eşim için bir şeyler yapacağım. Çocuklarıma evlerini yaptım, para da bıraktım, işleri de var, artık yaşama sırası bizde” diye konuşmuştu.
Zaten her gün benzer şeyler anlatırdı bana…
Olmadı, yapamadı… O Mercedes’i gönlünce kullanamadı, garajda kaldı süt beyaz Mercedes…
Tatil planları da yarım kaldı, yetiştirip de Türkiye’ye gidebildiler, daha ilerisine gidemediler, Avrupa ülkeleri turu gerçekleşemedi.
Neden biliyor musunuz? Hastalandı çünkü… Tutulduğu hastalık onu birkaç ayda hayattan kopardı.
“Artık kendim ve eşim için bir şeyler yapacağım” dedi ama o kadar zamanı olamadı.
60’lı yaşların yarısını aşmıştı, 70’e merdiven dayamıştı ya, bazı kişiler moralini bozuyormuş, “Kendin için bir şey yapmaya geç kalmadın mı? Neden bu kadar bekledin?” falan diyorlarmış.
Ben öyle bir şey demedim, çünkü dinçti, hayat doluydu, o hastalık olmasa, bana göre ömrüne sığacaktı yapmak istedikleri…
Mercedes’i ile bol bol gezecek, istediği ülkeye tatile gidebilecekti…
Ancak hasta yatağında onu ziyarete gittiğimde, zorlukla konuşurken, kendisine “Kendin için bir şeyler yapmaya geç kalmadın mı?” diyenlerin haklı çıktığını söylemişti.
“Onlara kızmıştım ama doğruyu söylediler, hayatı ertelemek doğru değilmiş. Gerçekten de ertelemek hayatı kaçırmakmış” dedi.
Ne diyeceğimi bilemedim… Bir şey demeye çalışsam zaten hüngür hüngür ağlayacaktım, yalnızca başımı salladım…
O güne kadar fazla ciddiye almadığım “hayatı ertelemek” ya da “ertelemek hayatı kaçırmaktır” gibi sözleri ciddi ciddi düşünmeye başlamıştım.
Kendini işe vermek, sürekli çalışmak, yapmak istediklerini yapamamak, ailesine, sevdiklerine zaman ayıramamak ve günün sonunda geriye dönüp o açığı kapatamamak…
Mümkün mü kaçırılan şeyleri geri dönüp de telafi etmek…
Aslında pek mümkün değil, her şey zamanında yaşandığında anlamlıdır, sonra yerine koyacağını sanmak kendi kendini aldatmaktır.
Hatta işte size anlattığım olayda olduğu gibi yapabileceğinizi sandığınız şeyleri de yapamayabilirsiniz.
“Zaman aslında zannettiniz kadar sınırsız değildir” derdi bir öğretmenimiz ama o zamanlar o kadar geçtik ki bunun ne anlama geldiğini anlamazdık.
Büyüdükçe ve planları gerçekleştiremeden ölüp gidenleri gördükçe zamanın zannettiğimiz kadar uzun ya da sınırsız olmadığını anladık tabii ki.
Bakın ani ölümlere; genç sayılabilecek yaşta insanlar ölüp ölüp gidiyor.
Hayatı ertelemek insanları değerli ya da özel anlardan mahrum bırakıyor, bu bir gerçek.
Ancak herkes erteleme hastalığına yakalanmış değildir… Evet öyleleri de vardır, çok sayıda insan “erteleme hastalığına” yakalanıyor ama ya zorunluluk?
Evet “hayatını yaşa”, “anı yaşa”, “hayatı erteleme” demek kolay ama ya başka şansı yoksa o kişinin? Ailesi çocukları için çalışmak zorundaysa?
Herkes şanslı doğmuyor, bazılarının payına ölene kadar çalışmak düşüyor.
Ülke şartları, insanlarımızı 70’li, 80’li yaşlara kadar çalışmaya zorluyorsa, sosyal devlet denen bir şey yoksa bu ülkede, insanlar hayatını nasıl yaşasın?
Güney Kıbrıs’ta çalışan bir arkadaşım her sabah işçiler arasında yaşı ilerlemiş bazı kişiler gördüğünü söyledi. Bir gün yaşını sorumuş birisine, 77 yaşında olduğunu söylemiş adam.
“Neden gidip dinlenmiyorsun amca? Bu yaşta neden güneyde çalışıyorsun?” diye sormuş.
Adam, “Torunlarım özel kolejde okuyor, oğlumun ve gelinimin maaşları onların eğitimine yetmiyor, onlar için çalışıyorum” demiş.
Ya işte böyle… Bu sözün üzerine 20 tane köşe yazısı yazılır, saatlerce konuşulur değil mi?
Çocukları için çalıştı yetmedi, torunları için 77 yaşında Güney Kıbrıs’ta çalışıyor?
Peki bu çile ne kadar sürecek? Kendisi için ne zaman bir şey yapacak?
Tabii ki çile bitmeyecek, mezara kadar sürecek, kendi hayatını yaşamadan, kendisi için hiçbir şey yapmadan hayat bitecek. Çok sayıda kişi için ülke şartları bunu dayatıyor çünkü.
Devlet vatandaşına bakmadığı, sosyal devlet olamadığı, halk gittikçe fakirleştiği sürece vatandaşların çoğu hayatını yaşayamaz, değerli ya da özel anları kaçırır.
Başta anlattığım olayda, o abimiz yine bir otomobil satın alabilmiş, bankaya tatil parası koyabilmişti ama bunları yapamadan hatta yanına yanaşamadan ölüp giden de var.
Bu ülkede hayat şartları ya da daha doğrusu devletin sunduğu şartlar, fırsat eşitliği sunmuyor, hayatı ertelemek bir tercih değil zorunluluk oluyor.
“İnsan hayatı ertelememeli, her şeyi zamanında yaşamalı” demek de boşuna konuşmak oluyor. Konuşmak başka, ülke şartlarının bize dayattıkları ise bambaşkadır.