Cevaplayamadıklarım

Abone Ol

   BİR gün  bu adada 1974 Barış Harekâtının gerçekleşeceğini… Güney’den  göç eden  Türk yurttaşlarla birlikte Kuzey’i Kıbrıs Türk halkının yeni vatanı ve devleti olarak kurmaya başlayacağımızı…

   Önceleri rejim arayışlarında “Otonom” sonra da “Federe Türk Devleti”ni oluşturacağımızı…  

   Ardından tüm organları ve demokratik rejimi ile özgür ve egemen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilan edeceğimizi…

   Her halde hayal edemezdik. Ki bu gelişmeler yaşanırken yine gazetelerde makaleler yazıyor, Mağusa’dan haberler geçiyor, “dernekler, birlikler” örgütlenmelerinde uğraşıyordum.

BUNLARA karşın  Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilan edileceğini, adada resmen ve siyasi yönden ayrı bir Türk devleti kurulacağını idrak etmem için yılların geçmesi gerekti. Ve:                                                                                                                                                                                                                                                                                       ***

   “BUNDAN SONRASI ne olacak” düşüncelerime yine cevap bulamıyorum. Buna karşın şöyle bir kaziyeye varıyorum: KKTC Türkiye’nin her yönden zafiyetler içinde olduğu bir dönemde kuruldu. Amerika, İngiltere gibi ülkelerin hele BM’lerin beklediği bir “karar,” “siyasi bir oluşum” değildi.

   TABİİ bu tarihi olayı “Hani Sn. Denktaş bir gece rüyasında gördü de ertesi sabah KKTC’yi ilan etti” gibilerinden naif düşüncelere bağlamanın da insafsızlık olacağı kanaatindeyim çünkü karar “Ya ölüm ya istiklal” kadar kesindi.                                   

   Üstelik rahmetlik Denktaş’ın siyasi yönden sonunu getirecek kadar da rizikoluydu çünkü Türkiye’yi Kıbrıs siyaseti konusunda “kesin karar vermek” zorunda bırakıyordu.

***

   BUNLARI NEDEN HATIRLADIM:  Ulusal mücadelemizi kolay sürdürmedik. Etkide tepki üzerine kurulan bir karşı koyuşla Rum’un adayı Yunanistan’a peşkeş çekmesini önledik ama “yarattığımız” “Kuzey-Güney” ve  “Türk-Rum devletleri” arasında barışçı bir çözümü sağlamayı da başaramadık.

   NİTEKİM 50 yıl sonra bile siyasi yönden yine başladığımız yerdeyiz. Araya sıkıştırdığımız “Otonom Kıbrıs Türk Devleti,” “Kıbrıs Türk Federe Devleti,” şimdilerde “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” kurulumlarına ve siyasi emrivakilerimize karşın “resmen” diyeceğimiz bir kabulde  “tanınmayı” başaramadık..

   VE belki farkında değiliz ama hem AB hem BM’ler ve Amerika  tarafından “yok” esamesindeyiz!        

***

   SADECE burada madalyonu çeviriyor ve diğer yüzündeki KKTC’ye bakıyorum. Tüm bu dünyasal “güçlere” karşın sınırlarımızın ve egemenliğimizin kanunlu kurallı, tüm organları yerli yerinde bir Devletiz ki Amerika Cumhurbaşkanı bizi ziyaret etmek isterse neyse devletler arasındaki protokol onlara uygun hareket eder.

ZATEN sorunumuz da “işte bu dünyasal protokolü” sınırlarımız ötesinde de kabul ettirmektir. “Nasıl, ne zaman, kaç yıl daha?” sorularına henüz cevap veremiyoruz bu da en zayıf yanımız olmalıdır.      

***

   DURUP DURURKEN  bunları neden yazdım? Siyasi konumumuzu düşünmek, kafa yormak istedim de ondan.    

   Fakat önce şu Kuzey’e layık bir toplum olduğumuzu ispat edelim. Ki halâ temizlik tertiple uğraşıyoruz.

   Hâlâ Rum’dan kalma derme çatma devlet dairelerinde  devlet işlerini yapmaya çalışıyoruz.

   Yollarımız hâlâ yetersiz ve netameli, kırsallarımız kirli, sahillerimiz şaibelidir.

   Hâlâ ne parklarımız yeterlidir ne mesire yerlerimiz. Üstelik bitmeyen temizlik sorunumuz vardır.

   Ve hâlâ devleti de devlet müesseselerini de hor kullanıyoruz. Yağma Hasan’ın böreği gibi yiyip harcayıp bitiriyoruz. Ki sonunda bırakın batmasını daha çok yücelmesi gereken gözümüzün ilk nuru medarı iftiharımız DAÜ’yü de batırdık.                                                                                                                                                                                                                                    ***

   NEDEN AMA? İlk üniversitemizdi. Gurur duyacağımız kadar bizimdi. Son haberi 500 milyon borcu olduğudur. Fakat neden? Hadi bu soruya da aşağıda cevap arayalım:                 

***

   KISACA TAKILDIĞIM: Elbette DAÜ’yü bakkal dükkanı esamesinde düşünemeyiz. Kâr amacıyla kurulmuş bir öğretim kurumu gözüyle de bakamayız.

   Uzun yıllar neredeyse bir ayağım kampüsün içindeydi. “Medarıiftiharımız” diyordum. Yıllar itibarı ile gelip giden rektörleriyle bire bir ilişkilerimi hiç soğutmadan devam ettirdim.  Çok samimi olduklarım da vardı uzak duranlar da. Fakat her zaman DAÜ’ye “medarıiftiharımız” olarak baktım ilgili yorumlarımı haberlerini de hep bu hitapla yazdım.

   SONRA DAÜ’den koptum. Çünkü pek çok emekli yada çalışmakta olan öğretim görevlilerinin “çiftliği” haline getirildi. “Daha çok öğrenci” uğruna dünyanın en ücra ülkelerinden öğrenciler adeta “ithal” edildiler. Afrika’nın ismi var cismi yok hatta haritalarda henüz yer almamış ülkelerinden öğrenciler ellerinden ayaklarından çekile itile DAÜ’ye doluşturuldular.

   (O yıllarda gitgide yoğunlaşmaya başlayan bu ismi cismi duyulmayan ülkelerden adeta ithal edilen  öğrencileri kim nasıl DAÜ’ye  yönlendirdi diye sorup dururken, T.C.’nin politikasıdır dendiydi. Hatta finansmanlarına kadar!)

   BUNLARA karşın şimdi deniyor ki DAÜ battı! DAÜ batmaz… Bir şekilde Ankara  kurtarır da yüzdürür de.   

   Benim gailem “kalitedir!” Çok elit bir yüksekokul olabilecekken, DAÜ sıradan bir üniversite esamesine düşürüldü. Sonra da batırıldı. Yine kurtulur ama her halde artık öyle geldi böyle gider tutumuyla değil!

{ "vars": { "account": "G-4YY0F4F3S9" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } } { "vars": { "account": "G-1E4JSD5JXZ" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }