İŞTE O GEÇMİŞ: Ki “Sevmeyebilirsiniz. Dünya görüşlerinize aykırı da olabilirler, bu nedenle ne onların saflarında yer alırsınız ne fikirlerini benimsersiniz. Şöyle ki “karadır” deseler siz inadına “ak” dersiniz.
FAKAT bu inatçı tutuculukla bencilliğe karşın Kıbrıs Türk toplumu mesela rahmetlik Dr. Fazıl Küçük’ü babası kadar sevdiydi. Denktaş’ı kardeşi kadar desteklediydi. Dolayısıyla onlar “kalk” dediklerinde kalkan, otur dediklerinde oturan “bendeleri” bile oldulardı.
FAKAT itiraf edelim: İyi ki öyle olduydu. Nitekim öyle olduğu içindir ki Kıbrıs Türk halkının “liderleri” mesela Rum’un bir suikastla öldürmeye teşebbüs edecekleri Makarios da olmadılardı, lanetlenen Grivas ya da Yorgacis ile Samson da olmadılardı.
***
TÜRK HALKININ tarihi menafiyi içinde bugünlere kadar gelen hasletleriyle liderlerine bağlılıklarını araştıranlar iyi bileceklerdir.
Türk halkı için “liderleri” ne tertiplenen suikastlarla ortadan kaldırılacak kadar gelip geçici ve sıradan oldulardı ne de Rum’un bir Makarios’u ya da Yorgacis ile Samson’u gibi oldulardı.
(TARİHE kayıt düşüyorum. Araştırmacıların gözünü açıp dikkatlerini çekiyorum. Ki rahmetlik Dr. Küçük’ü omuzlarımda, Denktaş’ın ilan ettiği KKTC’yi bayraklaştırıp kalbimde taşıyan bir köşe yazarıyım… Bu adada en az Rum kadar hakkımızın hukukumuzun olduğuna inananlardanım. Hasbelkader bu yollarda mücadele edenlerdenim…)
FAKAT Allah da bilir ya “devlet olalı, kendi kaderimizi kendimizin tayin ettiğinden beridir, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde şu yukarıda say say bitmez hasletlerimizi yitirip unutuverdik.
Bu nedenle çoğu zaman düşünürüm: “Yoksa henüz devlet olmayı sindirecek olgunluğa erişemedik mi?” Yoksa şüphemiz mi var? “Evet öyle olmalı” diyebiliyor muyuz?
ÇÜNKÜ artık omuzlarımızda taşırken yarattığımız ne “toplum kahramanlarımız” vardır ne bizim olması için uğruna kanlarımızı akıttığımız topraklarımız kutsaldır. “Çocuktuk büyüdük ve bozuldu dünya!”
***
KISACA TAKILDIĞIM: ŞU POŞET MESELESİ
“Temizlik, tertip ve terbiye!” İşte bütün mesele bu üç kelimede.
İsterseniz üç “t”ler de diyebilirsiniz! Ki Japonya gibi bazı Uzakdoğu ülkelerinde bu üç kelime ulusal mefkûre gibiymiş. İbadetmiş. “Asıl olan “milliyetçilikmiş!”. “İnsani değerleriyle yüceltilip ulusları büyük yapanmış.
YA BİZDE NEYMİŞ? Asıl adı “pislik” olan çevreyi kirletmekmiş.
Kentlerin darmadağınıklığını, çarpık yapılaşmaları gürültüsünü patırtılarını, trafiğinin ölümcül kazalarını, haşaratlarıyla salgın hastalıklarını ve insanlarının her fırsatta birbirlerine attıkları kazıklarıymış.
DOLAYISIYLA insanların görgüsüzlüklerinden kaynaklı düşüncesizliklerinin sonucunda oluşan terbiyesizlikleriymiş!
Ki hâlâ bir piknik alanında yenip içilenlerden arta kalanları bir poşete koyup bir çöp kabına atmak gibilerinden alışkanlıklar da yokmuş!
VE BÖYLE bir ülkede bir gün “pis insanların” kirletmeye devam ettikleri “çevrelerini” kurtarmak için “temizlik ya da el çantası gibi amaçlarla kullanılan poşetleri yasakladılar”.
Kİ bundan sonra olanca çer çöpü olmayan, olsa da kullanımı yasak olan poşetlere koymak yerine yollara bellere, kırlara denizlere, dağlara ormanlara ata”.
VE işte bugünden sonra tarihe gömecekleri poşetler için de şöyle diyecekler bu ülkede:
“ASLINDA geçmişte bu ülkede insanlar çarşı pazarda satın aldıkları eşyaları el çantaları gibi kullandıkları poşetlere koyup taşırlardı.
Atılmaları gerektiğinde de temizlik amacında kullanır toplanan çer çöpler içlerine konularak temizlik görevlileri tarafından toplanan çöp bidonlarına atılırlardı.
Ne var ki bundan sonra poşetler de kaldırılacağından o bidonlarda “pisliklerle kirlilikler” kalacak dağlar deryalar misali. Temizle temizle bitip tükenmezlikleriyle.
NE DERLER? Eşeğini dövemeyen semerini döver. “Poşetlere” bile sahip çıkamadık sonunda yasaklayıp ellerinden kurtulduk.
Ki Ne dermiş Osmanlı dönemindeki Maarif Nazırı da? “Ah bu okullar da olmasaydı ne güzel idare ederdim ben bu maarifi”.
HADİ bakalım. Artık poşetler de yoktur. Görelim bakalım memleketin temizlik tertibini...
(Pazartesi buluşmak üzere hoşça kalın.)